Criticality of the embodied mind within spatial experiences
- Global styles
- Apa
- Bibtex
- Chicago Fullnote
- Help
Abstract
Bu tez çalışması, bireyin bedenleşen zihin olarak mekansal deneyimler yoluyla eleştiri üretme yeteneğini ele almaktadır. Bu kapsamda, yirminci yüzyıl içinde bedenin içinden geçtiği süreçlerin sanat ve mimarlıktaki yansımalarını modernist rasyonalizm ve fenomenoloji düşüncelerinde zihin/duyu ilişkisi üzerinden tartışmak amaçlanır. Yirminci yüzyıl, zaman dilimi olarak her yönden gelenekselden kopuşun gerçekleştiği, bütün disiplinlerin karakteristiklerinin yeniden sorgulandığı ve kurgulandığı, aynı anda hem en yaratıcı hem de en yıkıcı olayların sahne olduğu yüzyıl olma niteliği bakımından önem taşır. Felsefe ve bilimdeki gelişmelerin etkisiyle, dünyada insan olarak var olma biçimlerinde sarsılan dengeleri geri kazanma çabaları olarak ortaya çıkan eleştirel yaklaşımları anlayabilmek, farklı disiplinleri tarihsel bağlamı içerisinde birbiriyle etkileşim içerisinde görebilmeyi gerektirir. Bu nedenle, gerçekleşen dönüşümler mimarlık, sanat ve felsefe bağlamında birbiriyle ilişkiselliği içinde irdelenirken; zihin ve bedenin duyusallığının birlikteliği vurgusu, bu birlikteliğin yaratıcı eleştiri dinamiklerini ortaya çıkarma potansiyeliyle iç içe bir biçimde her zaman yer alır. Bu çalışma ile yirminci yüzyılın ortalarında bedensel deneyimin önemine vurgu yapan ve 'bedenleşen zihin' düşüncesine de ilham vermiş olan fenomenoloji felsefesinin eleştirel niteliği vurgulanır. Bedenleşen zihin düşüncesini mekansal deneyimlerle ortaya çıkan eleştirelliği bağlamında tartışmak amaçlanır. Yüzyılın başında modernizm tarafından akla ve rasyonel düşünceye atfedilen büyük öneme karşın, yüzyıl ortalarında duyusallığın önemine yapılan fenomenolojik vurgu anlam kazanır. Bu bağlamda, fenomenoloji düşüncesi, modernizmin anlam zenginliğini ortadan kaldıran ve hayatı mekanikleştiren niteliklerine yönelik eleştirel bir pozisyon olarak ortaya çıkar. Öznel bireyselliğe karşın kolektif algıyı önemseyen modernizmde, duyusallık tarafından üretilen bir anlam zenginliğinden ziyade, yeni üretim tekniklerine uygun, herkesçe kabul edilebilir ortak bir estetik algı inşa etmek çabası görülür. Bu tutum dönem içinde yazılan manifestolarda, Bauhaus üretimlerinde, resimde insan yüzünün ifadesizliği ve kaotik şehir betimlemelerinde, mimarlıkta insanı bir makineymiş gibi ele alan yaklaşımlar aracılığıyla gözlenir. Yeni teknolojilerin etkisiyle hayatın giderek daha fazla hızlanması sonucunda tekil bir zaman-mekan kurgusundan uzaklaşılır, zaman kavramı hız ve gelişmeyle bir arada ele alınmaya başlanır. Rasyonalist düşünceye yapılan vurgu nedeniyle insanların yalnızca ölçülebilen ve kanıtlanabilir doğrulara inanmaya başlamaları ile birlikte hayatın mekanikleşmesinin hızlanmaya başlaması, fenomenoloji düşünürlerini duyusal algıyı ve anlamsal zenginliği, olgular arasındaki ilişkileri yeniden tanımlama arayışına götürür. Fenomenoloji ekseni, modernizm eleştirisi ve geri plana itilen duyusallığa yeniden kaybettiği önemi vermeyi amaçlaması nedeniyle anlamlıdır, fakat dönem içerisinde fenomenoloji ekseni dışındaki eleştirel yaklaşımlar da tezin önemli bir parçasını oluşturur. Bu bağlamda değinilen tarihsel avangard, Peter Bürger'in tanımlaması kabul edilerek, Dada, Sürrealizm ve Sitüasyonist Enternasyonel akımlarını kapsayacak şekilde ve birbirinden farklı/benzer yönleri, birbirleriyle ilişkiselliği içerisinde ele alınır. Tez kapsamında Dadaizm, yirminci yüzyılın başlarında ortaya çıkan ve eleştirel dinamikleri barındıran en erken tepkisel durumlardan birisi olmuş olması ve farklı sanat dallarını bir araya getirerek yöntemsel zenginlikler ortaya çıkarmaya çalışması açısından önem taşır. Disiplinler arası bir durumun, daha yaratıcı yöntemleri beraberinde getireceğini keşfetmelerinin yanı sıra Dadaistler, özne-nesne ilişkisinde gerilimler yaratma yoluyla alımlayıcıyı düşünmeye ve sorgulamaya itmek için şok efekti, otomatizm gibi şaşırtıcı teknikler gerçekleştirmeyi amaçlamıştır.Sürrealistler ise özne-nesne arasındaki etkileşimin ve zıtlıkların bir araya getirdikleri anlam olasılıklarının arayışına girerek kentte işaret okumaları gibi yöntemler üzerinde dururlar. Fenomenolojik düşüncenin yaptığı bütünsellik vurgusuna karşın parçaların içerdiği zıtlıkların peşine düşen Sürrealistlerin, anlamsal açıklıktan ziyade, muğlaklık üzerinde duran yaklaşımları fenomenolojik düşünceyle benzerlik taşır. Öte yandan Sitüasyonist Enternasyonel; Dadaizm ile başlamış olan kente gezi düzenleme geleneğinin dérive ve détournament teorileriyle artık yöntemsel bir biçimde temellendirildiği daha radikal bir dönemi temsil eder. Sitüasyonistlere göre, dérive teorisinin amacı yaya insanların etrafındaki nesnelerin ve yeni imkanların farkında olabilmeleri ve kentsel mekandaki gündelik hayata alternatif oluşturabilmelerini sağlamaktı. Sitüasyonistler kentsel çalışmalara devrimci bir şiirsellik getirmeyi amaçladıkları gibi; yürümeyi yeni imkanları keşfetmek için bir araç haline getirmişlerdi. Tez kapsamında, yürümeyle ilişkilenen, modern kenti gözlemleyen, mekansal deneyimin anlamını zenginleştiren Baudelaire ve Benjamin'in Flâneur'ü, kenti yürüyerek keşfetme ve yorumlama pratiğine referans vermesinin yanı sıra, beden ve mekanı etkileşim içine sokarak kente dair hassas bir yaklaşımı mümkün kılar. Flâneur'ün kentte dolanırken evden uzakta fakat her yerde evinde hissetmesi durumu modern dünyadaki bireyin sürekli hareket halinde olmasına, öte yandan kendi kendine yeten ve bilge bir karakter olmayı başarabilen pozisyonuna referans verir. Michel de Certeau de yürümenin mekanı strüktüre eden eleştirel bir deneyim pratiği olabileceğini vurgulayan önemli düşünürlerden birisidir. Bu bağlamda, gündelik yaşamın mekansal pratiği çok katmanlı bir hikaye ve antropolojik, poetik ve mitik deneyimler barındırır. Kentsel mekanın zemininde gezinen aylak adımların mekana niteliksel karakterini veren bir hikaye taşıdığını vurgulaması nedeniyle Michel de Certeau'nun düşünceleri de tez bağlamı kapsamında önemli görülmüştür.Bütün bu düşünceler ışığında, yirminci yüzyılın başından sonuna doğru gerçekleşen tarihsel süreç göz önüne alındığında bireysel deneyimin heyecanının yeni atmosferler aracılığıyla keşfedilmeye çalışıldığı, çok katmanlı ilişkilerin, anlatıların, hikayelerin, keşiflerin vurgulandığı bir noktaya gelindiği görülür. Dünya savaşları gibi çok önemli ve yıkıcı olayların gerçekleştiği, teknolojik gelişmelerle yeni baştan kurgulanan bir yüzyılın bireylerinin; yine de yaratıcı olma çabasından, keşfetme, anlama ve üretme isteğinden vazgeçmemiş olmaları bu tezin entelektüel ilham noktasını oluşturur. Bugün içinde bulunduğumuz yüzyıldaki bireyler olarak çok da uzak olmayan geçmişimize baktığımızda; kendimizi, dünyayı, sanatı, felsefeyi, mimarlığı ve bilimi daha iyi anlamamızı mümkün kılan izleri fark ederiz. Günümüzde ise, fenomenoloji felsefesinin de ötesinde, bilişsel nörobilim araştırmaları artık beden ve zihin ikiliğini aşan nitelikte, deneyimlerimizin, düşüncelerimizin, algımızın ve etkinliklerimizin aslında beyin ve bedenin ortak rol oynaması sayesinde gerçekleştiğini ispatlamakta ve 'bedenleşmiş zihin' kavramını ortaya koymaktadır. Bedenleşmiş zihin düşüncesi ile, algılama ve düşünme etkinliklerinin bedensel deneyimden kopuk bir biçimde gerçekleşmediğini, fiziksel ve sosyal çevre arasındaki etkileşimler aracılığıyla anlam ve düşünce ürettiğimizi anlamak mümkün olmaktadır. Diğer bir deyişle, soyut kavramsallaştırma ve anlamlandırma, algı (perception) ve eylem (action) etkileşimi aracılığıyla gerçekleşir. Deneyim ise, bedenleşen anlam (embodied meaning) aracılığıyla dönüştürülür, yeniden yönlendirilir. Bedenleşmiş zihin, bu nedenle, anlama ve düşünmenin direkt olarak bedenlerimiz ve beynimizin nasıl çalıştığına, dünyayla ve çevreyle bedensel etkileşimlerimizin nasıl gerçekleştiğine bağlı olan bir görüşü tanımlar. Bu nedenle tez kapsamında, fenomenolojideki 'dünya-içinde-var-olma' kavramının 'dünyayla-iç içe geçen-organizma' olarak dönüşmekte mi olduğu sorusunun ve bunun ne tür potansiyeller taşıyabileceğinin mekansal deneyimler aracılığıyla arayışını yapmak amaçlanır.Bedenleşmiş zihin düşüncesi, anlam verme, düşünme, mantık kurma ve bilmenin bedensel deneyimden ayrı olmadığını savunur. Bilmek; tutumların, eylemlerin, nesnelerin anlamlarını öğrenmek ve fark etmek; bilişsellik/bilme yetisi (cognition) ise bütün hayatımız boyunca devam eden bir süreç olarak tanımlanır. Diğer bir deyişle, kavrama yetimiz, anlamamız ve dolayısıyla kimliğimiz, hayatımız boyunca yeni deneyimleri ve durumları deneyimlememizle yeniden yapılanır. Bedenleşmiş zihin kavramı, tamamlanmış ve sabit bilgi düşüncesini kabul etmenin, deneyimin sürekli devingen karakterini yok saymak anlamına geleceğini; eleştiri, yeniden ele alma, yorumlama ve yaratıcı planlama gibi eylemlerden vazgeçmek sayılacağını vurgular. Bu bağlamda, disiplinler arasılık, bedenleşmiş zihin ve yaratıcı eleştirinin dinamikleri arasında bir bağlantı kurmak mümkün hale gelir. Disiplinler arasılık ve eleştirellik bağlamında, bir disiplinin kendi otonom yapısı içerisinde eleştiri üretmekte yetersiz kaldığı durumlarda otonom yapısının yıkılması yoluyla ilişki kurulur. Hem sanatta hem de mimarlıkta, toplumsal durumlara yönelik bir duruş ve yorum geliştirme, var olma biçimlerini değiştirme arayışlarının ortaya çıktığı dönemlerde, disiplinlerin birbirleriyle etkileşimlerin yoğunlaştığı gözlemlenir. Mimarlık disiplini bağlamında da, yöntemsel olarak daha zengin olmayı ve mekana dair keşif yapmayı mümkün kılabilen interdisipliner bir pozisyonda konumlanma gerekliliği anlaşılmaktadır. Bu nedenle bedenleşmiş bir zihin olarak öznenin, mekansal deneyimler aracılığıyla eleştiri üretme durumuna örnek olarak; mekanla kurulan ilişkinin sınırlarını genişleten örnekler tez kapsamına dahil edilmiştir. Sanat enstalasyonu, tasarlanmış mekan, manifesto, performans ve anlatı başlıkları altında toparlanan bu örneklerin, özne-nesne ilişkisi içerisinde tarihsel avangardın gerçekleştirdiği türden kırılmalar gerçekleştirmek, şaşırtmak, bir şeyi alıp başka bir şeye dönüştürmek, bir olgunun alışılagelmiş niteliklerini bozarak alımlayıcıyı sorgulamaya yönlendirmek gibi yöntemler kullanmaları; bunları yaparken her seferinde mekana dair, mekanla kurduğumuz ilişkiyi bedenleşen zihnin dinamikleriyle gerçekleştiriyor olmaları ortak özellik olarak temel alınmıştır. Günümüzde beden konusunun algılanışının, sanat, mimarlık, felsefe ve bilimle kurduğumuz ilişkinin niteliğine göre nasıl değiştiğini ve dönüştüğünü kavramak, gelecekte de yaratıcı eleştirinin dinamiklerinin nasıl ortaya çıkabileceği sorusuna bir cevap taşıyabilir. Sanat ve mimarlık; öznelliği barındırmaları, deneyimi kapsamaları, kendine içkin ve yorumlanabilir araçları barındıran disiplinler olmaları yönüyle toplumsal durumlara yönelik bir duruş ortaya koyma ve eleştiri pratikleri üretme potansiyeli taşır. Mekanla kurduğumuz ilişki; mekanı bedensel olarak deneyimlemeyi, mekana dair düşünmeyi ve sorgulamayı, mekan aracılığıyla eleştiri üretmeyi, alternatif eleştiri biçimlerine anlam vermeyi, diğer bir deyişle, anlamsal zenginliği özümsemeyi içerir. Bu nedenle, tez kapsamında somut verilerden ziyade, mekanla kurduğumuz ilişkinin sınırlarını genişletmeye, kavramaya ve açımlamaya yönelik alternatif bir bakış açısı sunmak hedeflenmiştir. This thesis aims to open up a discussion on the ability of the embodied mind within spatial experiences. It is aimed to find the reflections of the concepts related to body on art and architecture in terms of mind/sense relationship through modernist rationalism and phenomenology. In this regard, twentieth century is considered important due to its history of both the most destructive and the most creative events in the world. The characteristics of disciplines have started to be re-questioned and re-constructed within the detachment from the tradition. It is required to understand different disciplines in terms of their relationship in the historical context for the comprehension of criticality as an attempt to regain the lost balances due to the developments in science and philosophy. Therefore, while the changes in the disciplines of art, architecture and philosophy are discussed in terms of their relationship, the emphasis on the unity of mind/sense as an ability to produce the creative dynamics of criticality stands in the center of the thesis. Within this study, the critical nature of phenomenology, which inspired the idea of the embodied mind is emphasized, the idea of embodied mind is discussed as a critical tool within spatial experiences.The phenomenological emphasis on the importance of sensuality becomes meaningful as a response to the domination of rationalist thought in modernism. In this regard, phenomenological ideas on bodily experience emerge as a critical position against the mechanization of life. Modernism aimed to construct a collective perception of an aesthetic which is compatible with new production techniques, rather than a richness of meaning produced by the individual sensuality. This attitude is observable in the manifestos written during the period, in the Bauhaus productions, in the descriptions of the human faces and chaotic city descriptions in painting and in the approaches to consider body as a machine in architecture. As a result of the increase in the speed of life through new technologies, the notion of time has been considered with its relation to progress and future. The huge emphasis on rationalist thinking is resulted with a point of view which aims to find the only trustable truth in the measurable data. Therefore, philosophers of phenomenology aimed to re-define the relationships between phenomena through perceptual richness.Beyond the phenomenological axis, there are other critical approaches introduced in the thesis. In this context, the historical avant-gardes, Dada, Surrealism and Situationist International are introduced in terms of their relationship with each other. Historical avant-garde movements are considered important since they have started to produce within the creative dynamics of criticality, starting from the beginning of the century and they develop methods which they have learned from each other; such as Dadaists' 'shocking effect', Surrealists' 'automatism', Situationists' 'dérive' and 'detournement' practices. Therefore, they aim to bring together different branches of art to reach a methodological richness. Surrealists emphasized the interaction between object and subject and the richness of meanings through contradictory situations and tried to make the signs in the city become their creative power. Although Surrealists emphasize the contradictions, their emphasis on ambiguity contains similarity with phenomenological thought. In the scope of thesis, Baudelaire and Benjamin's theorization of Flâneur; who observes the city by walking and enriches the meaning of the spatial experiences; and Michel de Certeau's thoughts on the importance of idle footsteps as the spatial practice of everyday life are also discussed since they offer important clues about metropolitan existence and the spatial experiences of the individual subject.In the light of these thoughts, considering the concepts related with the bodily experience in the historical process, it becomes possible to see that the excitement of individual experience opens up new relations, narratives, stories, discussions and discoveries through new atmospheres. Despite very important and destructive events such as the World Wars, the enthusiasm of the individuals to be creative, to discover, to understand and to produce, is the main intellectual inspiration of this thesis. Today, when we look backwards to the last century as the individuals of the twenty-first century, we recognize the valuable traces of their efforts which make us understand the world, art, architecture, philosophy, science, and ourselves in a better way in the end.Today, beyond the philosophy of phenomenology, cognitive neuroscience studies transcend the Cartesian duality of body & mind, proving that our experiences, thoughts, perceptions and activities take place through the common role of the brain and the body; revealing the concept of the embodied mind. Within the concept of embodied mind, it becomes possible to understand that perception and thinking are not separate entities from the bodily experience; and meaning and thought are produced through the interactions between physical and social environment. In other words, abstract conceptualization and meaning emerge within the interaction between perception and action. Therefore, embodied meaning transforms and re-directs the experience. The embodied mind defines a position that meaning and thought directly depend on how our bodies and brains work, and how our physical interactions with the world and environment take place. Therefore, it is aimed to question whether the concept of being-in-the world is transforming into an organism-engaging-with-the-world and what kind of potentials it carries in terms of spatiality. The idea of embodied mind argues that meaning, thinking, reasoning and knowing are not separate from bodily experience. If knowing means to learn and recognize the meanings of attitudes, actions, objects; cognition is defined as a process that continues throughout our lives. In other words, our ability to understand and therefore, our identity is re-structured through new experiences and situations. In this regard, the concept of the embodied mind argues that, the acceptance of the complete and fixed knowledge means the ignorance of constant dynamic character of experience which leads to criticism, interpretation, re-consideration and creativity. In this context, it becomes possible to make a connection between interdisciplinarity, embodied mind and the creative dynamics of criticism.In the context of inderdisciplinarity and criticality, a relationship occurs within the collapse of the autonomous structure of the disciplines in cases which a discipline feels insufficient to produce criticism within its own autonomous character. In both art and architecture, it is observable that the boundaries of the disciplines extend in the periods when the need for a stance and interpretation towards social issues exists. In the context of architecture, the necessity of an interdisciplinary position is understandable for new explorations of spatiality. Therefore, it is aimed to discuss the criticality of the embodied mind through the examples which extend the boundaries of our relationship with space. These examples are included in the scope of the thesis under the headings of installation, designed space, manifesto, performance and narrative. The common characteristic between these examples is that they all use methods like creation of a tension between object/subject relationship, shocking effect, transformation or deformation of the material qualities and distorting the characteristics of phenomena to direct the viewer into a new inquiry by the dynamics of the embodied mind and through spatiality each time. It must be underlined that each of these examples represents a different kind of relationship with space. The comprehension of the evolution of the body through our changing relationships between art, architecture, philosophy and science is important for the future inquiries on the dynamics of criticism within spatiality. Art and architecture have the potential to express a stance about social issues and produce criticism in terms of their creative tools. Our relationship with space includes both experience of space in a physical way and questionings or producing thoughts through space. In other words, it includes internalising the richness of meanings through space. In the end, the thesis aims to present an alternative perspective rather than concrete outcomes; which enables the reader to see the relationships in a more conscious way in the light of historical and philosophical knowledge while establishing the relationship between events of the last century and situations of today.
Collections