Dilsel travmadan sessizlik hâllerine: Suzan Samancı
- Global styles
- Apa
- Bibtex
- Chicago Fullnote
- Help
Abstract
Kürtlerin yaşadığı dilsel travma son on yıl içerisinde sosyo-linguistik, pedagojik ve sosyolojik çalışmaların konusu olmuştur. Bu tez çalışması ise, konuya farklı bir disiplin perspektifinden bakarak, dilsel travmayı Kürt olup ama edebi çalışmalarını Türkçe kaleme alan yazar Suzan Samancı'nın eserleri üzerinden giderek incelemektedir. Deleuze ve Guattari tarafından geliştirilen Minör Edebiyat kavramı, Samancı'nın ürettiğine benzer edebiyatları bir minör grubun edebiyatı olarak değil de, daha ziyade majör bir dil içerisinde minör bir grubun yaptığı edebiyat olarak tartışır. Bu her iki düşünür, standartlaşmış dilin kurallarını bozan bu edebiyatın devrimci yanı üzerinde dururlar. Suzan Samancı'nın eserlerine yönelik benim geliştirdiğim yaklaşım ise onların devrimci konseptinden çok daha öte bir noktada yer almaktadır. Bu noktada, ben minör edebiyat yazarının ve karakterlerinin, sessizlikle beraber gelişen dil kaybından dolayı, acı çektikleri Araf'ın izini sürerek travma anlatısı üzerinde durmaktayım. Samancı'nın eserlerinde dilsel travma, art arda iki aşama şeklinde kendini gösteren `sessizlik` ile resmedilir. İlk aşama fısıltılar, kekeleme ve ikinci dil (Türkçe) içerisinde yaşanan huzursuzluğun eşlik ettiği birinci dilin (Kürtçe) yitirilmesiyle ortaya çıkarken, ikincisi ise 1990'lı yıllarda, Kürtlerin çoğunlukta yaşadığı bölgelerde on beş yıl süren OHAL döneminde gerçekleşen sosyo-politik baskıların egemenliğinde yaşanır. Her ne kadar, insanlar sosyal ve politik egemen güçler tarafından duyulabilmek umuduyla zorla öğrendikleri bu dili konuşsalar da, yine de kendilerinden sessiz ve dilsiz olmaları beklenir. Spivak'ın madun teorisine göre, konuşamadıkları ya da bir diğer deyişle duyulamadıklarından dolayı karakterler kendi madunluklarını deneyimlerler. Suzan Samancı'nın kısa öykü ve romanlarını yakın okuma metoduyla analiz ettikten sonra, görünüşte farklı olan iki sessizliğin aslında aynı sessizlik olduğu sonucuna vardım. Gölge kelimesinin ve görüntüsünün takıntılı bir şekilde yazarın tüm çalışmalarında yer almasını Jung'un geliştirdiği `gölge` arketipi olarak okuduğumuzda, her şey daha da belirginleşir, yani yazarın gölgeye yaptığı bu vurgu dil kaybından dolayı kaynaklanan, unutulmuş sessizliği tetikleyecek ve su üstüne çıkaracak bir araç olarak kullanılır. Böylelikle, yazarın eserlerinde var olan sessizliğin esasında ilk sessizlik, yani uzun yıllar boyunca bastırılmış olan, Kürtçenin kaybından kaynaklanan Kürtçenin kaybından kaynaklanan travma olduğunu hatırlarız. The linguistic trauma experienced by Kurdish people has been the subject of several socio-linguistic, pedagogical and sociological studies in the last ten years. In order to look at this issue from the perspective of another field of study, my thesis examines linguistic trauma through the lens of fiction written by Suzan Samancı, a Kurdish author who produces her literary works in Turkish. The notion of Minor Literature developed by Deleuze and Guattari argues that fiction like hers is not the literature of just any minority group, but instead literature of a minor group within a major language. These thinkers focus on the revolutionary side of this literature, which breaks the rules of the standardized language. My approach to reading Samancı goes beyond their revolutionary concept. I focus on the narration of trauma, exploring the limbo in which a minor literature writer and his/her characters suffer the loss of language along with silence. In Samancı's works, linguistic trauma can be plotted by the occurrence of `silence` in two sequential phases. The first phase happens after attrition of the first language (Kurdish), accompanied by whispers, stuttering and uneasiness in the second language (Turkish). The second appears under the socio-political pressures in the 1990s, when for fifteen years a state of emergency was declared in regions mostly populated by Kurds. Although they speak the language they have learned by force, hoping to finally be heard by the social and political hegemony, they still are forced to remain silent and mute. As theorized by Spivak, the characters experience their own subalternity since they are unable to speak, or in other words, to be heard. After scrutinizing the short stories and novels of Suzan Samancı by the close-reading method, I have determined that these two seemingly different silences are in fact the same. When we interpret the obsessive use of the word `shadow` and its image lingering throughout all her work as a Jungian archetypal concept, it becomes quite evident that this emphasis on shadow is a means to trigger the forgotten silence due to the loss of language. Shadow makes the language deprivation come to the surface, reminding us that the essence of silence in her works is the first silence – the erasure of the Kurdish language– which has been suppressed for many years.
Collections