Japon kalkınmasında geleneksel değerlerin ve müesseselerin rolü
- Global styles
- Apa
- Bibtex
- Chicago Fullnote
- Help
Abstract
ÖZET VE SONUÇ Batı Avrupa memleketlerinin.özellikle de İngiltere'nin iktisadi gelişimi yaklaşık dört asır süren bir oluşum sürecinin neticesi olarak gerçekleşmiştir. Bu süreç.insanların maddeye.çevreye ve zamana (kısaca dünyaya) ilişkin tutumlarında gözle görünür değişmelere yol açmıştır:Rönesans ve Reformasyon hareketleri neticesinde, insanların iktisadi anlayışlarında meydana gelen değişmelerin bir uzantısı olarak spekülatif ya da gösteriş amaçlı kazanma ve mülk edinme hevesi, rasyonel teşebbüs vasıtasıyla elde edilen kâr zihniyetine inkılap etmiş; böylece şekillenen modern İktisadi zihniyet tarihin hiç bir safhasında görülmeyen boyutta bir iktisadi gelişmeyi mümkün kılmıştır.Batı toplumlarında iktisadi gelişmenin muharrik kuvveti, sosyo-kültürel unsurların ve siyasi gelişmelerin tesiri altında şekillenmiş olan rasyonel teşebbüs zihniyeti ve hususi kâr insiyakı olmuştur.Hususi kâr saiki ile iktisadi.faaliyette bulunan müteşebbisler, rasyonel teşebbüsler aracılığıyla iktisadi gelişme sürecine yön vermişlerdir. Batı medeniyetine has sosyo-kültürel unsurların (din.toplumsal tabakalaşma türü gibi) tesiri altında teşekkül eden bu yeni iktisadi anlayışın rükünleri olarak beliren hususi kâr ve rasyonel teşebbüs dinamiklerini A.Smith, 1776'da neşrettiği kısa adıyla Milletlerin Zenginliği isimli eserinde, gerisindeki geleneksel değerlerden ve müesseselerden tecrit ederek ele almıştır. İktisadi hayatın işleyiş kaidelerini ilk kez sistemli bir çerçeveye oturtan bu eserle birlikte, sözkonusu dinamikler evrensellik iddiası kazanmışlartır. Bu yaklaşımla uyum içinde olmak üzere Klasik iktisatçılar, Pozitivist felsefenin ve Aydınlanma Çağı filozoflarının (Rousseau, Locke, Hobbes gibi) tesiri altında kalarak amoral, asosyal, ahistorik ve sadece maddi saiklerle faaliyetlerde bulunan bir insan tabiatı (homo economicus) ile toplumun dışında gelişen evrimsel bir sürecin neticesi telakki edilen tabii nizam (yani serbest piyasa) mefhumlarını teorilerine esas aldılar. Klasiklerin her türlü sosyo-kültürel unsurdan mücerret fert anlayışı ile topluma hususiyet kazandıran değerlerden, kaidelerden ve müesseselerden bağımsız bir şekilde kendiliğinden teşekkül eden ve kendine has işleyiş kurallarına sahip olduğu farzedilen piyasa telakkisi, sonraki dönemlerde, farklı ekonomilere mensup iktisatçılar ve sosyologlar tarafından eleştirilere uğramış, hatta reddedilmiştir, özellikle Alman Tarihçi Okulu ve Amerikan Müessesecileri (Institutionalists), insan tabiatının toplumun tesiri altında şekillendiğini, iktisat teorilerinin ve politikalarının zamandan ve129 mekandan tecrit edilemeyeceğini vurguladılar. İnsan tabiatına ve topluma ilişkin faraziyelerinin realiteye uymamasına rağmen klasik teori, insanlara iktisadi hayatı tahlil etmeyi ve anlamayı sağlayacak vasıtaları gösteren ilk sistemli yaklaşım olması nedeniyle, iktisadi düşünce tarihinde önemli bir yere sahiptir. Klasikler, iktisadi hayatın bilinebilir bazı kaidelere göre işlediğini tesbit etmiş, yeni bir fenomen olarak iktisadi refah ve gelişme idealini ortaya koymuşlardır. Bu yönüyle iktisat teorisinin, Smith'le bir paradigma oluşturduğu araştırmacılarca belirtilmektedir: Buna göre toplumun iktisadi gelişmesi ve refah seviyesinin yükseltilmesi iktisadi hayatın işleyiş kaidelerine riayet edilmesiyle mümkündür. İnsanlar bu kaidelerin icaplarına uygun bir davranış içine girdiklerinde toplumun iktisadi gelişmesi ve refahı kendiliğinden (görünmez bir el vasıtasıyla) gerçekleşecektir. Alman Tarihçi Okulu ve Amerikan Müessesecileri görüşlerini geliştirirken, klasik teorinin, insan tipolojisi ve toplumla iktisadi hayat arasında kurduğu ilişkiden yola çıkmışlardır. Eleştirileri teorinin çatısını (framework) değil, esas alınan insan ve toplum tipolojisine yöneliktir. Klasik teorinin, iktisadi hayatın belirli ve bilinebilir işleyiş kaideleriyle iktisadi refah arasında kurduğu sözkonusu ilişki gelişme sürecine nisbeten gecikme ile girmiş olan memleketlerin insanlarına, İngiltere örneğinden istifade etmeyi mümkün kılan zihinsel bir donanım kazandırmıştır. Meselâ Fransa ve Almanya, böylece ingiltere'de asırlar süren oluşum süreci içerisinde şekillenen iktisadi gelişme dinamiklerini kendi sosyo-ekonomik bünyelerine tatbik etmek suretiyle nisbeten daha kısa bir zaman dilimi içerisinde kalkınabilmişlerdir. Ancak bu memleketler, teorinin gerisindeki mücerret insan ve toplum faraziyelerini esas almamış, kendi sosyo-kültürel ve siyasi bünyelerinde mevcut hususiyetler ile iktisadi gelişme arasında bir irtibat kurma yoluna gitmişlerdir. Neticede, Almanya ve Fransa'da, çatı olarak değil fakat mahiyet olarak ingiltere'dekinden farklı bir Kapitalizm türü teşekkül etmiştir. Zamanımızda iktisadi gelişme, bir kâr ve teşebbüs zihniyetinin kendiliğinden teşekkül etmesine bağlı olmaktan çıkmıştır. Gelişme sürecine daha geç girmiş olan memleketlerde asıl belirleyici dinamik öncelikle topyekûn bir kalkınma iradesinin belirmesi, ve sonrasında kalkınma için gerekli vasıtaların sağlıklı tayin edilebilmesidir. Bu dinamiklerin teşekkülü, her toplum için, sosyo-kültürel değerlerin tesiri altında şekillenen iktisadi anlayışla yakından alakalıdır. Bunun için ilgili memleketlerin sosyo-kültürel yapılarının ve iktisat anlayışlarının, iktisadi gelişme prosedürüne uygun olması gerekir. Kısaca, eğer toplumun canlı zekaları iktisatla130 ilgilenmiyor, daha ziyade dini konular, siyaset bilimi, edebiyat gibi bedii sahalarla meşgul oluyorlarsa, iktisadi gelişme idealini ve mekanizmasını idrak edebilecek bir zihniyet teşekkül etmiyecektir. Rostow, Fransa'nın İngiltere'den daha geç sanayileşmesini XVIII. asır Fransa'sının en canlı zekalarının `iktisadi inkılaptan çok siyasi, içtimai ve dini inkılap üzerinde` kafa yormalarına bağlamaktadır*1). Osmanlı İmparatorluğu için de benzer şeyler söylenebilir. Gerçekten de Tanzimat sonrasında, çeşitli yollarla İngiltere ve Fransa'ya eğitim görmeye giden gençlerin hemen hiç biri iktisatla bir ilim olarak uzaktan yakından ilgilenmemiş daha, ziyade siyasi ve edebi konularla meşgul olmuş; memleketlerine geri döndüklerinde ise burada edindikleri formasyonla mütenasip faaliyetlerde bulunmuş, siyasi ve dini sahalarda reformlar yapmaya uğraşmışlardır. Oysa aynı dönemde, İngiltere'ye öğrenim görmeye giden Japon gençlerin hemen tamamı iktisat eğitimi görmüş, memleketlerinin Batı karşısında benimsediği selektif ve pragmatik politikaların mimarı ve uygulayıcıları olmuşlardır. Kısaca, bir kâr ve teşebbüs zihniyetinin kendiliğinden teşekkül etmesine uygun olmayan sosyo-kültürel değerler üzerinde yükselen bir toplum yapısına sahip memleketlerde iktisadi gelişme, ancak geleneksel değerler ve müesseseler ile iktisadi gelişme ideali arasında kurulabilecek bir irtibata bağlıdır. Bu irtibatın kurulabilmesi en başta, insanların ve özellikle de topluma öncülük eden elit tabakanın, sosyo-kültürel değerler ve müesseseler ile iktisadi faaliyet arasında ilişki kurabilecek bir iktisat formasyonuna sahip olmasını gerektirmektedir. Bu süreçte değerler sisteminin mahiyetinden ziyade böyle bir ilişkinin kurulabilmesi, iktisadi gelişmenin önşartıdır. Bu nedenle, bir memleketin iktisadi sahada gelişmişliğini ya da geri kalmışlığını, toplumun hakim inanç sisteminin (dininin) mahiyeti ile ilişkilendirmemek icap eder. Mesela Müslüman toplumların sanayileşememesini Islamiyetin yetersizliği iddiasıyla açıklamak, ya da Hrıstiyan Batı memleketlerinin iktisadi gelişmişliğini bu dinin kemalatına delil gibi göstermek sathi neticeler verecektir. Islamiyete nisbeten son derece iptidai bir inanç sistemine sahip olan Japonların, iktisadi sahada sergiledikleri olağanüstü başarı memleketin iktisadi gelişmişliğinin ayni zamanda sosyo-kültürel gelişmişliğinin de göstergesi kabul edilemeyeceğinin en açık delilidir. Hadise, iktisadi gelişme sürecinde toplumun geleneksel değerleri ve müeseseleri ile iktisadi gelişme ideali ve vasıtaları arasında sağlıklı bir irtibatın kurulabilmesinden İbarettir. Yalnızca İngiltere'de, bu irtibat orjinal bir şekilde, kendiliğinden işleyen bir süreç neticesinde (1) Rostow; a.g.e., s. 30.131 kurulmuştur. Diğer memleketler ise bu ilişkiyi kendi gayretleriyle kurmak suretiyle kalkınabilmişlerdir. İktisadi gelişmeyi kendiliğinden işleyen bir süreç neticesinde zuhur eden ve hususi kâr insiyakı ile faaliyette bulunan rasyonel tutum sahibi müteşebbislerle ilişkilendirmekten ziyade yapılması gereken, her toplumun iktisadi hayatını motive edecek değerlerini ve müesseselerini tesbit etmek ve bunlardan rasyonel iktisadi faaliyete -teşebbüse- bir kapı açabilmek; insanları maddi menfaat saikini iktisadi faaliyetlerine esas almaya yönlendirmektense, bu suretle iktisadi gelişme idealini meta-ekonomik bir çerçeveye oturtabilmektir. Bu ise, ferdi toplumdan ayrı görmeyen, iktisat politikalarını fert ve toplum bütünlüğünü temin eden değerler ve müesseseler üzerine bina eden, ferdiyetçi niteliğinden ziyade toplumcu yönü ağır basan bir yaklaşımla mümkündür. Japonya'da, yaklaşık 250 yıl süren feodalite döneminde istikrarın, durgunluğun, kapalılığın, kısaca statükonun dayanağı olan iktisadi niteliği son derece zayıf değerler ve müesseseler, toplumcu bir yaklaşımla iktisadi faaliyetin ve gelişmenin temel dinamikleri haline gelmiş; Japon toplumunu iktisadi gelişme yönünde motive etmiştir. Sosyo-kültürel ve siyasi yapıyı meydana getiren unsurlar endüstrileşme sürecine muhtelif yönleriyle tesir etmiştir. Japon kültüründe evrensel geçerliliği olan değerlerin bulunmaması ve siyasi otoritenin her türlü inanç sisteminin fevkinde bir belirleyiciliğe sahip olması, kalkınma iradesinin belirmesinde olduğu kadar bu ideali gerçekleştirmede kullanılacak vasıtaların tesbitinde de müsbet rol oynamıştır. Pragmatik insanlardan müteşekkil ilk Meici hükümeti, feodalite döneminden tevarüs edilen siyasi otoritenin belirleyiciliği hususiyetinden istifade ederek Japon toplumunu harekete geçirirken, evrensel değerlerin bulunmaması reformların ve modern endüstriyel formların toplum tarafından kolayca benimsenmesini sağlamıştır. Astlar ile üstler arasındaki ilişkinin yalnızca çerçevesini çizen, muhtevasını ise üstlerin iradesine bırakan Konfüçyüan ahlak nizamı, pragmatik liderlerin kılavuzluğunda, Japon kalkınmasını motive etmiştir. Bir kaideler yumağı olan bu ahlak nizamı, Japon insanını her sahada var olan kaidelere azami titizlikte uymaya yöneltmiş, ferdi toplum içinde adeta eritmiş, iktisadi gelişme süreci içinde ortaya çıkabilecek toplumsal huzursuzlukları ve çatışmaları asgariye indirgemiştir. Toplum yapısının hiyerarşi esasına göre teşkilatlanması; aile hayatından itibaren Japon insanın hiyerarşik toplum yapısına uyum göstermeye, otoriteye itaat ve sadakata132 şartlandırılması çalışma ilişkilerinin aksamadan sürdürülmesini mümkün kılmıştır. Bu ortam içinde astların üstlerin beklentilerine cevap verebilme gayretleri her sahada tesbit edilen plan hedeflerine ve standartlara mükemmel bir isabetle ulaşılmasını sağlamıştır. Aile yapısının toplumun bir minyatürü görünümünde olması ve işletmelerin geleneksel Japon toplum yapısı (Dozoku ve Seinendan) ve (ie) esasına göre organize edilmiş olması; işyerinde kıdemliler ile kıdemsizler, işgören ve işveren (ya da yönetici-amir) arasındaki ilişkilerin. baba-oğul ilişkisi esas alınarak sürdürülmesi Japon insanın işletme ile bütünleşmesini sağlamaktadır. Baba-oğul esasına dayalı işgören-işveren ilişkisi Japon çalışanların işyerine bir aile sıcaklığıyla bağlanmasını sağlamış, verimi artırmış, hammadde ve zaman israfını en aza indirmiştir. İktisadi gelişmenin Batı toplumlarından farklı olarak, teşekkül eden bir orta sınıfın değil fakat feodalite döneminin aristokratları olan samuray kastı kökenli liderlerin Öncülüğünde gerçekleşmesi, kast sistemi ilga edildikten sonra dahi samurayların toplumun efendileri ve liderleri olma vasfını sarsmamış, feodal bağlar ve ilişkiler farklı isimler altında ve modern müesseler (Diet, işletme gibi) bünyesinde sürdürülmüştür. Bugün, Japon işgöreni işverenine, feodalite döneminde halkın samuraylara gösterdiği hürmeti göstermekte, itaat ve sadakatta kusur etmemeye çalışmaktadır. Feodalite döneminden tevarüs edilen bağların ve ilişkilerin modern formlar dahilinde sürdürülmesi ve iktisadi gelişmenin kaptanları olan Japon müteşebbislerin yeni samuraylar kabul edilmesi kalkınmanın temel dinamiklerindendir. Müteşebbis, işgören, bürokrat ya da münevver olsun Japon insanı, faaliyetlerinde ferdi menfaati değil toplumun menfaatini gözetir. Toplum anlayışının aidiyet duyulan grupla sınırlı algılanması, toplumun tasvip gören-uyumlu-bir mensubu olabilme saiki ile ferdi heves ve arzular bastırılarak grup beklentilerine cevap vermeye çalışılması, kişinin grubu ile özdeşleşip grubun başarısını kendi başarısı gibi görmesi, bu amaçla grubunu diğer grupların önüne geçirmeye çalışması her sahada üretkenliği, verimliliği ve başarıyı teşvik etmektedir. Japonya'da geleneksel değerler ve müesseselerin modem formlar bünyesinde mevcudiyetlerini sürdürdüklerine, sosyo-ekonomik ve siyasi hayatın işleyişine bugün dahi tesir ettiklerine en açık delillerden biri de Zen Budizm ve Buşido kültlerinin neredeyse bütün canlılığıyla varlıklarını idame ettirmeleridir. Zen tarikatı ve mabetleri dünyevi başarıyı teşvik ve temin edici bir eğitim ve terbiye ocağı olarak her133 meslekten Japon insanı tarafından halâ rağbet görmektedir, özellikle işletmeler, yeni işe aldıkları personeli, mesleki donanımdan önce manevi açıdan donatmak amacıyla Zen mabetlerinde ve rahipler gözetiminde sürdürülen bir eğitime tabi tutmaktadırlar. Samurayların hayat felsefesi olan Buşido kültünde fazilet telakki edilen itaat, sadakat ve yüksek vazife şuuru Japon toplumsal hayatında insanları hala şekillendirmektedir. Feodalite döneminde yalnızca Samuraylara mahsus olan itaat, sadakat ve yüksek vazife şuuru hususiyetlerinin, Meici Restorasyonu sonrasında benimsenen Kokutai (saf Japon ruhu) ideolojisinin rükünleri olarak, takip edilen mecburi askerlik ve eğitim politikaları vasıtasıyla kamusal bir tavır haline gelmesi, günümüz Japonya'sında insanların çalıştıkları işyeriyle özdeşleşmelerini, beklentilere cevap verme yönünde gayret göstermelerini, amirlerin emirlerine mutlak riayet etmelerini sağlamıştır. Maneviyat eğitimi (seishin kiyoku) bünyesinde meczedilen Konfüçyüan ahlak 'i nizamı ile Zen ve Buşido kültleri, Japon insanın temel kişilik özelliklerini şekillendirmeye devam etmektedir. Maneviyat eğitimi, bu yönüyle feodalite döneminde teşekkül etmiş değerlerin modern müesseler dahilinde sürdürülebilmesinde temel bir fonksiyon icra etmektedir. Batı'dan son derece farklı sosyo-kültürel hususiyetlere sahip olmasına rağmen Japonya, pragmatik idarecilerin kılavuzluğunda memleketi iktisadi açıdan geliştirecek vasıtaları selektif bir tutumla belirlemiş, daha sonra bu vasıtalara kendi toplumsal bünyesinde meşruiyet ve işlerlik kazandırabilmiştir. Ancak, idarecilerin Japon toplumunu topyekün peşinden sürükleyebilmesinde, geleneksel değerlerin ve müesselerin toplumun geneli tarafından benimsenmiş olması ve kültürel benzersizlik psikolojisi belirleyici olmuştur. İktisadi gelişmenin başını çeken elit tabakanın bir milleti topyekün iktisadi gelişme ideali doğrultusunda harekete geçirebilmesi, toplumu oluşturan insanların `hep birlikte müşterek bir değeri (bir sülalenin veya inanç sisteminin üstünlüğünü) benimsemeleri ve bu değer uğruna her türlü fedakârlığa` razı olması ile mümkündür, gerekir. Böylece `... hayatını manalandıran üstün bir değere sahip olmanın verdiği güçle hiçleşme ve yabancılaşmadan kendisini koruyan, kendisine güven duygusu, başarı azmi yüksek, şahsiyetli...`(2) insanlardan müteşekkil bir toplumsal potansiyelin mevcudiyeti ve bu potansiyelin iktisadi gelişme ideali doğrultusunda harekete geçirilmesi muvaffakiyeti de beraberinde getirecektir. (2) Kozak.l.Erol; Ibn-i Haldun'a Göre Insan-Toplum- İktisat, İstanbul, 1984, ss. 119-120.134 İktisadi zihniyetin toplumsal, siyasi ve dini değerlerin tesiri altında şekillenmesi nedeniyle iktisadi hayatın işleyişi diğer toplumsal sahalarla bir bütünlük arzeder. İktisadi faaliyetin toplumsal bütünden kopmaması için fertlerin toplumun değerleriyle donatılması, yani sosyalizasyonu sağlanmalıdır. Gelişme yolunda geleneksel değerlerden istifade edilebilmesi ve insanların iktisat politikalarının tatbikine aktif katılımları ancak bu suretle mümkün olabilecektir. Japon eğitimi siteminde, ilk ve orta öğretim müfredatında Japon kültürüne, diline, tarihine ilh., yani herşeyden önce insanların toplumun uyumlu bir mensubu olmasını sağlayıcı konulara önemli yer verilmektedir. Japonlar ancak yüksek öğrenim safhasında branşlaşabilmektedir. Güçlü bir Japonluk şuuru ile teçhiz edilen bu insanlar, branşları ile ilgili olarak edindikleri bilgileri iş aleminde Japonya'nın menfaati için kullanmaktadırlar. Böylece, yüksek bir değere bağlı olmanın kazandırdığı başarı azmi, işini mükemmele eriştirme gayreti, imkânların fevkalade değerlendirilmesine verilen önem dünyadaki e yüksek verimlilik oranını ve kaliteyi de beraberinde getirmektedir. Japon insanının toplumsallaştırması daha okul döneminden önce ailede başlar ve hayatın muhtelif safhalarında devam eder. Kendisine benimsetilen değerlerin hayatın her safhasında müessir olduğunu gören Japon insanı, herhangi bir şekilde kişilik bölünmesi yaşamamakta; hususi hayatına yön veren değerlerin çalıştığı işyerinde de geçerli olması başarı grafiğini yükseltmektedir. Yüksek telakki edilen, benimsenen değerlerin bu şekilde sosyo-ekonomik ve siyasi hayatın merkezinde yer alması ve bütün bir toplumsal yapıya şekil vermesi, toplumun mensubu olan kişilerin şahsiyet bütünlüklerini muhafaza etmelerini, yabancılaşmanın asgariye inidirilmesini ve başarı azminin yükselmesini etkilemektedir, inandığı değerlerin gündelik hayatın akışına tesir etmediğini gören, hususi hayatını tanzim ederken esas aldığı değerler ile işyeri, okul gibi müesselerde hakim olan değerler ve davranış tarzları arasında yer yer tezat derecesine varan farklılıkları yaşayan insanların kişilikleri ise adeta parçalanmakta, başarı arzusu dumura uğramaktadır. Diğer yandan hayatın gündelik akışına yön veren kaidelerin ve müesseselerin moral destekli olmaması bunların istismar edilmesine yol açmaktadır. İstismar olgusu.özellikle gösteriş ve lüks tüketime dayalı bir itibar ve prestij anlayışı hakim olan toplumlarda, gelirin ve memleketin kıt kaynaklarının iktisadi açıdan verimsiz sahalara kaymasına, israf edilmesine yol açmaktadır. iktisadi gelişme sürecinde,hem insanları motive edecek hem de onları maddi donanımdan önce manevi açıdan donatmak suretiyle istismar hadisesinin önüne geçmeyi135 sağlayacak olan geleneksel değerlerin ve müesseselerin gözardı edilmesi; paranın başlıbaşına bir değer olarak sosyo-ekonomik faaliyeti tayin eden tek motivasyon haline getirilmesi, rasyonel bir teşebbüs zihniyeti teşekkül etmemiş memleketlerde reel yatırımlardan ziyade spekülatif yatırımları, akıldan çok kurnazlığı ve kolay kazanç yollarını cazip hale getirecektir. Bu tür bir zihniyetin yaygınlaşması insanları günden güne geleneksel değerlerinden uzaklaştıracak, öyle ki bir süre sonra başvurulabilecek yüksek bir değer dahi kalmayabilecektir. İnsanların kolay para kazanma yollarına rağbet etmeleri ve bir köşe dönme felsefesinin yaygınlaşması neticeleri itibarıyla kalkınma hamlesini sekteye uğratacaktır. Bu tür aksaklıkların ve toplumsal rahatsızlıkların önüne geçebilmek iktisadi gelişmenin gerçekleştirilebilmesi açısından son derece önemlidir. Bu ise insanların, topluma asırlar boyunca rengini vermiş değerler ve müesseseler çerçevesinde toplumsallaştırılabilmesine; sosyo-ekonomik ve siyasi hayata yüksek telakki edilen, inanılan, benimsenen değerlerin ve kaidelerin yön vermesiyle mümkündür. Osmanlı İmparatorluğu ve S.S.C.B.'nin Japonya'ya nisbeten kalkınma yolundaki en önemli eksiklikleri, iktisadi gelişme idealini meta-ekonomik değerlerle destekleyememelerinde aranmalıdır. Osmanlı ricali, toplumun geleneksel değerleri ve müesseseleri ile iktisadi gelişme vasıtaları arasında bir ilişki kuramazken, Sovyet rejimi toplumun bu hususiyetlerini ideolojinin dar kalıpları uğruna tamamen reddetmiştir. Kendi insanının sosyalizasyonunu temin edecek unsurlara sırt çeviren S.S.C.B., bundan doğan boşluğu şiddet, zorbalık ve devlet terörü ile doldurmuştur. İleri bir teknolojiye ve gelişmeye uygun tipte endüstriyel teşekküllere sahip olmasına rağmen, insanları motive etmede kullanabileceği korku dışında bir değere sahip olmayan Komünist rejim, hakimiyet sürdüğü dönemde görülen büyük insan kayıplarına mukabil iktisadi açıdan hiçbir Avrupa memleketini de geçebilmiş değildir. Sovyetler'in parçalanma sebebi, ferdiyetçiliğin gelişmemesi ya da serbest piyasa mekanizmasının işlememesi değil, korkuya yol açan mekanizmaların gevşemesidir. Bu nedenle, Sovyetler Birliğinin parçalanmasını sadece iktisadi gerekçelerle izah etme gayretleri yetersiz kalacaktır. Cumhuriyet Türkiyesi, Osmanlı'yı bir adım daha ileri geçerek, iktisadi gelişme idealini ve mekanizmasını toplumun geleneksel değerleriyle ve müesseseleriyle ilişkilendiremediği gibi, Sovyetler'e benzer bir politika izleyerek son derece zengin bir sosyo-kültürel mirası reddetme ve yok etmeye çalışma hatasına düşmüştür.Batı'dan ithal edilmeye çalışılan değerlerin ve müesseselerin toplum tarafından benimsenmemesi136 gözardı edilmiş; kadim sistemin yerine buna tamamen zıt bir çevrede şekillenmiş değerlerin ve müesseselerin ikame edilmesi yönünde yer yer zor kullanmaya kadar varan politikalar izlenmesi, birbirinden kopuk ikili bir yapı teşekkül etmesine yol açmıştır. Bir yanda Batı değerlerine göre düzenlenmiş ve işleyen devlet yapısının diğer yanda ise asırlar boyunca şekillenmiş, geleneklerine göre yaşayan ve hisseden toplumun yer alması şeklinde karakterize edebileceğimiz bu ikili yapının iktisadi gelişme üzerindeki tesirleri menfi olmuştur. Hususi hayatın tanzim edilmesinde esas alınan değerlerin devlet tarafından dışlanması toplumu devletten uzaklaştırmış, adeta devlete küstürmüştür. Ananevi değerler ile gündelik hayatın akışına hakim kılınmaya çalışılan Batı'lı değerler arasındaki çatışma insanlardaki başarı azmini dumura uğratmış; idareciler ve bunlara yakın olanların kendi kültürüne yabancılaşması ve ithal edilen müesseselerin de herhangi bir moral destekten mahrum olması, devlet yetkilerinin ve müesseselerinin şahsi ikbal ve menfaat uğruna istismar edilmesine yol açmıştır. Bugünün Türkiye'sinde bu istismar ve köşe dönme psikolojisinin bütün toplumsal müesseselere (siyasi partiler, parlamento, üniversiteler, ordu, sendikalar ilh.) sinmiş olduğunu belirtmek hususi bir araştırmaya gerek göstermeyecek bir genel kültür bilgisi kadar açıktır. Japon tecrübesinden hareketle, iktisadi gelişme idealiyle geleneksel değerler ve müesseseler arasında bir irtibat kurmadan iktisadi gelişmenin çok zor olacağını hatta mümkün olamayacağını incelemeye çalıştık. Ancak bugünün Türkiye'sinde, 70 yıllık resmi Batılılaşma politikası karşında, geleneksel müesseselerin ve bunlara hayat veren değerlerin toplum hayatında ne kadar geçerli olduğunu tesbit etmek çok güç görünmektedir. Buna rağmen, insanların hala vakıf ibaresi taşıyan müesseselere yardım ederken daha samimi olması, sadaka ve zekat vermesi; bunlar yanında devlete hürmet etme, orduya sevme gibi kökenleri çok gerilere uzanan his ve tutumlarını sürdürmeleri, geleneksel değerlerin ve müesseselerin insanlar üzerindeki tesirinin devam ettiğinin bir işareti olarak değerlendirilebilir. Daha kesin bir neticeye ulaşabilmesi, anpak toplumun sosyo-kültürel envanterinin çıkarılması ve bunların insanlar üzerindeki etki derecesinin tesbiti ile mümkün olabilecektir. Eğer iktisadi gelişme gerçekten arzu ediliyorsa, konuya Tanzimat psikolojisiyle yaklaşmaktan, yani tez elden netice verecek model ve sistem arayışlarına girme alışkanlığından bir an önce kurtulmak ve dikkati toplumun siyasi ve iktisadi anlayışını şekillendiren değerlere ve müesseselere teksif etmek gerekmektedir. Böylece tesbit edilen değerlerin aile içinde ve okul eğitimi döneminde kamusal bir tavır haline getirilmesi, kısaca vatandaşların devlet ideallerini kendi ideali olarak gören bir psikoloji ile donatılmaları gerekmektedir. Toplumsal137 müesseseler ancak bu değerlere dayandıkları nisbette başarıyı ve verimliliği teşvik edebileceklerdir. İnsanlarında bir kalkınma arzusu oluşmamış toplumlarda iktisadi gelişmenin gerçekleştirilmesi adeta imkânsızdır diyebiliriz. Ancak, bu istek tek başına yeterli değildir; bunu yanında kalkınma için gerekli vasıtaların yerinde tesbit edilmesi ve bunlara toplumun sosyo-kültürel bünyesine uygun bir muhteva kazandırılması, yani insanların zihninde rasyonalize edilmeleri gerekmektedir. Meta-ekonomik değerler tarafından desteklenemeyen iktisadi vasıtaların gelişme yolunda faydalı olmaları güçtür. Bu nedenle, iktisadi açıdan kalkınmak isteyen toplumların önünde iki yol vardır: Birincisi, kendisinden önce gelişmiş memleketlerin tecrübelerinden istifade etmek suretiyle iktisadi gelişme vasıtalarını tesbit etmek, teknolojiyi ve modern teşebbüs formlarını ithal ederek bunları kendi sosyo-kültürel bünyesinde rasyonalize etmek, böylece insanlarını herhangi bir kültür boşluğuna sürüklemeden, yabancılaşma riskinden uzak tutarak »kalkınmak; ikincisi kendisinden önce gelişmiş memleketlerin gelişme sürecinde etkili olmuş dinamikleri esas alarak bunların işlemesine uygun bir fert tipolojisine sahip olabilmek amacıyla geleneksel kültürünü değiştirme yoluna gitmek. SUMMARY In this study we investigated the relation between the traditional values and foundations which form the economic mentality of a society and the phenomenon of economic development. It is hypotesized that the traditional values and the foundations of a society influence the process of economic development. We believe that this is true for all the societies from the East to the West in the world. Then we examined Japanese development in comparetion with Western civilisation and Capitalism as an economic system. We have studied mainly on the economic development process of the West, especially of England and confronted with a group of people who had occupied with economic activities and had acted with capitalistic motives. These Capitalistic motives were the special profit and the mentality of rational enterprise. The economic development is said to be a product of these motives in historical process.This group was occupied with economic activity and tried to get some special profit through the rational enterprise.But in reality this group was interested in a religious point of view; they were oriented to make some profit and accumulate capital in order to enhance the name of the God by the principles of The Calvenist Doctrine. This belief rationalised the Capitalistic activity and special profit.and caused the growth of wealth and the increase of the real investments.The process was concluded with the foundation of the framework of Capitalism as a new economic system. It could be said that the economic development of Western Countries was substantiated by a group of people who were acting with `f Capitalistic motives in a traditional society and under the effects of religious beliefs. The industrialization process of Japan was begun approximately 150 years later than England, the first developed country of the West. And over past 70 years she became the only industrialized one among the Asian countries without Westernization. In this process a well educated and pragmatic administrative group guided the economy and the people. The Japanese ethical system (The Confucianism) and the religious effects of The Shintoism and The Budhism, and the hierarchical structure of Japanese society let Japanese society to adopt everything that were ordered by this leading group. Japanese leaders followed a very selective policy against Western Civilization. They imported only the technology and some other useful foundations which should help to the ideal of `the rich country and the strong army`. Japanese leaders related some ethical motives (such as the honour and the disgrace) with the economic activity.This policy encouraged people139 to take care of efficiency.productivity and rantabiiity in industry. The Japanese adopted some Western foundations but they absorbed them in their traditional structure. According to us the originality of Japanese development lies under this policy. In this point we came across with the question why the Ottoman Empire and Soviet Union did not exhibit the same success in the process of economic development. The answer is that the negation of the traditional values.the beliefs and the foundations of the Turkish and the Russian etc. societies by the leading staffs. The administrative forces of the Ottomans and the Republic of Turkey felt in a very big fault by evaluating the conceptions of the modernization and the westernization as the same. They try to substitute the western values in place of traditional values and foundations. But this policy did not confirmed by the Turkish society in general. This conflict prevented the ecoromic development of people. It is believed that if the administrative forces offered the modern industrial forms in terms of traditional socio-cultural structure the Turkish society might adopt them and economic development policies easily. And in U.S.S.R..citizens had endeavoured to reshape suitable to the necessities of the ideology by the socialist regym. In order to do it the administrative forces commited to dominate fears. and state terror. People forced to adopt passive conducts by these policies.They only worked in order to protect themselves from dead and GULAG. This policy of the regym was the main obstacle on the way of economic development. Consequently.we can say that if the countries apply to the social dynamics which exist among their traditional values and foundations it should be easier for them to improve their economic position.
Collections