L`articulation de l`éthique et de la politique chez Spinoza et Sartre
- Global styles
- Apa
- Bibtex
- Chicago Fullnote
- Help
Abstract
Individu et Communauté chez Spinoza adlı eserinde Alexandre Matheron, Spinoza düşüncesinin etik, metafizik ve politik veçhelerini bir arada ele alan bütünlüklü bir yorumunu yapabilmek için çıkış noktası olarak Etika'nın üçüncü bölümünün 6. Önermesinin altını çizer. Spinoza'nın conatus kavramını, yani her varlığın kendine özgü varlıkta kalma çabasını merkeze koyarak Spinoza'nın eserlerine bakan Matheron, Spinoza'yı tam anlamıyla bir sistem filozofu olarak ele alır ve filozofun Etika'da ortaya koyduğu etik-metafizik kuramın derin bir analizini yaparken, Spinoza düşüncesini belirleyen bu etik-metafizik düzlemin Politik İnceleme'de ve Teolojik-Politik İnceleme'de ortaya koyduğu siyaset kuramıyla ne tür bir ilişkisi olduğunu da inceler. Matheron'un, pratik felsefenin iki temel alanının, yani etik ve politikanın, metafizik bir düşünce sistemiyle nasıl bir ilişki içinde ele alındığını Spinoza'nın tüm eserlerini inceleyerek ortaya koyduğu analizler, hem içerik olarak hem de metodolojik olarak bu tezin odaklandığı temel mesele açısından önemli bir referans oluşturur.Spinoza düşüncesindeki farklı katmanların conatus kavramı çevresinde birbirine bağlanışını göstererek Spinoza okumalarına yeni bir yön veren Matheron'un yorumu, bir yandan Spinoza düşüncesinin bütünlüklü bir sistem olarak iç işleyişini ele alırken diğer yandan karşılaştırmalı okumalara yol açabilecek bazı soru ve analizleri de ortaya koyar. Spinoza ve Sartre düşüncesinde etik ve siyasetin eklemlenişi konusuna odaklanan tezimizin çıkış noktasında da Matheron'un söz konusu eserinde ortaya attığı bir soru bulunur. Matheron, Spinoza'da insanlar arası yaşamın tutkularla nasıl belirlendiğini ve duyguların taklidi kuramını incelerken Sartre'ın Critique de la raison dialectique'te kullandığı iki kavramdan faydalanır: `negatif karşılıklılık` ve `pozitif karşılıklılık`. Matheron'un Spinoza'da bireyler arası ilişkileri incelerken Sartre'ın kavramlarını devreye sokması, sosyal alanın analizini yaparken bu iki filozofun bir arada düşünülebileceğini hissettirir; zira Matheron'un Sartre'dan alarak kullandığı kavramlar Fransız filozofun siyaset teorisinin bel kemiğini oluşturan iki toplumsallık çeşidine (dizi ve kaynaşmış grup) doğrudan bağlanırlar. Ancak yine analizinin tam bu noktasında Matheron, bir dipnotta bizi Sartre'ı sözleşmeci teorilerle birlikte düşünmeye davet eder ve Sartre'ın siyaset kuramında yer alan diziden kaynaşmış gruba geçiş porblematiği ile klasik sözleşmeci kuramın doğal halden sivil hale geçiş problematiği arasında bir analoji olup olmadığını sorar. Bu soru Matheron'un Spinoza yorumu içinde herhangi bir rol oynamaz ve sadece karşılaştırmalı bir çalışmaya imkan veren, cevabı verilmemiş bir soru olarak kalır. Burada dikkat çekici olan şey, Matheron'un Spinoza'da bireyler arası etkileme-etkilenme ilişkilerini ele alırken Sartre'ın kavramlarını kullanmasına rağmen, dipnotta sorduğu soruyla Sartre'ın politik teorisini Spinoza'yla birlikte değil daha çok Hobbes gibi bir klasik sözleşmeci bir filozofla birlikte düşünme eğiliminde olduğunu hissettirmesidir.Matheron'un cevapsız bıraktığı bu soruya kapsamlı bir cevap verebilmek için öncelikle klasik sözleşmeci kuramın doğal hal ve sivil hal kavramlarıyla nasıl şekillendiğinin genel hatlarıyla ortaya koyulması ve daha sonra Sartre'ın politik kuramını belirleyen dizi ve kaynaşmış grup kavramlarının analizi ile bir karşılaştırma yapılması gerekir. Biz bu tezde Sartre'ın politik teorisinin sözleşmeci mantığa indirgenemeyecek olan işleyişini Sartre'ın politik teorisini ortaya koyduğu Critique de la raison dialectique adlı eserini inceleyerek ortaya koyacak ve buradaki yapıyı Hobbes düşüncesiyle karşılaştırarak Matheron'un sorusuna olumsuz bir cevap vereceğiz. Hobbes'ta doğal halden sivil hale geçişi belirleyen rasyonalist ve mutlakçı mantığın, Sartre'da diziden kaynaşmış gruba geçişte rol oynayan ilkelerden radikal bir biçimde ayrıldığını göstererek Sartre'ın politik kuramını klasik sözleşmeci net bir şekilde ayırırken Sartre'ın politik teorisini sözleşmeci mantıktan ayırdığımız ölçüde Spinoza'nın politik teorisine yaklaştıracağız. Felsefe tarihi içinde çoğunlukla Hobbes'unkine benzer bir sözleşme kavramıyla politik kuramını oluşturan bir filozof olarak görülen Spinoza'da doğal hal ve sivil hal kavramlarının nasıl ele alındığını inceleyecek, Spinoza'nın politik kuramının klasik kuramdan ne şekilde ayrıldığını ortaya koyacağız. Bu analizlere dayanarak Sartre'ın dizi ve kaynaşmış grup kavramlarıyla birlikte ele alınabilecek olan yaklaşımın Hobbes'ta değil Spinoza'da bulunabileceğini göstereceğiz. Matheron'un sorusuna vereceğimiz olumsuz cevap, Sartre'ı ve Spinoza'yı sözleşmeci kuramlara karşı ortak bir direnç gösteren filozoflar olarak bir arada okuma imkanını açaçak. Bu iki filozofta insan gerçekliğinin işleyişinin ve toplumsal yapıların oluşumunun nasıl ele alındığını analiz ederken, tekilliklerin belirleyiciliği üzerine kurulan birbirine paralel politika anlayışlarının Spinoza'da ve Sartre'da ortaya çıkışını göstereceğiz. Politik toplumun, ortak bir özgürleşme deneyimi içinde ortaya çıkışını takip eden süreçte, yani toplumsal ve bireysel özgürlüğün muhafaza edilmesi, sürdürülmesi ve toplumsal barışın kurulması aşamasında hem Sartre'da hem de Spinoza'da politikanın etiğe eklemlendiği noktaları açığa çıkaracağız. Hiç bir zaman birbirinin doğrudan muhatabı olmamış iki filozofu ele almak, genel felsefe tarihi okumaları içinde bu filozoflara atfedilen rollerin (Spinoza'yı mutlak bir zorunluluğun filozofu olarak okumak, Sartre'ı mutlak bir özgürlüğün ve bireysel bir pesimizmin filozofu olarak okumak gibi) ötesinde bir bağın, tutarlı bir tartışma içinde kurulmasıyla mümkün olur. Matheron'un sorusundan hareketle Spinoza ve Sartre'ı sözleşmeci politik kuramlar karşısında ortaak bir hatta yerleştirmek bize çok farklı pozisyonları temsil ettiği düşünülen bu iki filozofu birlikte düşünebileceğimiz bir bağlam kazandırır. Anakronizme düşmeden bu iki filozof arasındaki ilişkiye baktığımızda, bir 20. yüzyıl filozofu olan Sartre'ın kendisinden 3 asır önce yaşamış olan Spinoza'ya yaptığı referansların içeriğini incelemek ve bu referansların Sartre düşüncesinde oynadığı belirleyici bir rol olup olmadığna bakmak, bu filozoflar üzerinden verimli bir tartışma alanı açmayı sağlamaz. Zira Sartre'ın felsefi eserlerinde Spinoza'ya yaptığı göndermeler, basit felsefe tarihi göndermeleri olmaktan öteye hiç geçmez. Sartre L'être et le néant'da, Cahiers pour une morale'de ve Critique de la raison dialectique'te Spinoza'nın bazı kavramlarına ya da bazı spinozist temalara gönderme yapar, ancak bu göndermelerden hiç birinde Sartre'ın Spinoza'yı felsefe tarihi içinde ona biçilen genel rolün ötesine geçecek bir bakışla ele aldığını ya da Spinoza düşüncesini kendi analizlerinde etkin bir şekilde kullandığını görmeyiz. Ancak Sartre'ı ve Spinoza'yı farklı tarihsel bağlamlarda ortaya koydukları ortak bir ısrar üzerinden, toplumsal hayatta tekilliklerin indirgenemez ve kurucu rolüne yaptıkları vurgu üzerinden düşündüğümüzde, hem politik alanı hem de etiği belirleyen ortak bir ilkede bu iki filozofu bir araya getirmek mümkün olur. Sartre'da tekilliklerin belirleyiciliği ontolojik bir mutlak özgürlük fikrine dayandırılır, Spinoza'da ise her varlığın kendine özgü varlıkta kalma çabasına, yani conatus kavramına dayandırılır. Biz bu çalışmada, Sartre ve Spinoza'yı birbirine zıt özgürlük anlayışlarını temsil eden filozoflar olarak değil, conatus kavramı ve ontolojik özgürlük anlayışı üzerinden tekilliklerin sürekli olumlanışını politikanın ve etiğin temel ilkesi olarak ortaya koyan filozoflar olarak ele alacağız.Sartre'ın özgürlük anlayışını ve Spinoza'nın conatus kavramını inceleyerek bu iki filozofu ortak bir etik-politik ilke üzerinden birbirine yaklaştırmak ve bu filozofları tekilliklerin sürekli olumlanışına yaptıkları vurguda ortaklaştırmak bize bu filozofların politik kuramında belirleyici olan önemli bir noktanın da altını çizme imkanı verir. Hem Sartre'da hem de Spinoza'da olumsuz toplumsallık hallerinden (dizi ya da varsayımsal bir doğal hal gibi) çıkış hiç bir zaman mutlak ve geri dönüşsüz değildir. Spinoza gibi, her bireyin varlıkta kalma gücü ile varlıkta kalma hakki arasında mutlak bir eşitlik kuran bir filozof için sivil hale geçiş hiç bir zaman mutlak bir hak transferini ifade etmez. Zira hak, her bireyin kendine özgü varlıkta kalma çabasına, gücüne denk olan, tamamıyla o bireyin varoluş biçimini ifade eden bir kavramdır ve başkasına devredilemez. Dolayısıyla sivil topluma geçişte denyimlenen şey, geri çevrilemez bir kararla rasyonel bir toplumun kuruluşu değil, birbirine indirgenemez ve birbiriyle karşılaştırılamaz olan tikelliklerin ortak bir eylem çevresinde biraraya gelmesidir. Dolayısıyla, dağılma, olumsuz ve çatışmalı bir çoğulluk haline geri dönüş, sivil hale geçmiş toplumlara sürekli olarak içkin olan bir imkandır. Benzer bir yaklaşım Sartre'ın politik kuramını da belirler. Her biri mutlak bir özgürlükle, yani kendine özgü bir varolma şekliyle tanımlanan bireylerin dizisel bir çoğulluk halinden (olumsuz bir birliktelik, negatif karşılıklılığın alanı) kaynaşmış gruba (pozitif karşılıklılığın alanı) geçişi ortak bir eylem içinde mümkün olur. Ortak yaşamın kuruluşu ve sürdürülmesi arzusu, ortak bir eylem içerisinde yaşanan bireysel ve toplumsal dönüşüm ile ortaya çıkar. Hem Sartre'da hem de Spinoza'da olumlu bir toplumsal yapının kuruluşu bir çeşit güç, hak ya da özgürlük transferine değil tekil özgürlüklerin birlikte eylediği ortak bir üretim sürecine dayanır. Böyle bakıldığında Spinoza düşüncesi de Sartre düşüncesi de, bireysel hakların geri döndürülemez bir biçimde, rasyonel bir kararla bir egemen figüre aktarıldığı sözleşme fikriyle hiç bir şekilde uyuşmaz. Her iki filozofta da herhangi bir politik rejimin mutlaklaştırılışı söz konusu değildir; bilakis her toplumsal kurluşu, her politik özgürleşme deneyimi, kendi özgün şartları içinde değerlendirilmek zorundadır veo deneyimin bileşenlerinden doğan özgün bir bileşimin sonucu olarak düşünülürler. Tekilliklerin sürekli bir ilişkisellik içinde düşünüldüğü ve bu ilişkilerin ortak bir amacın gerçekleştirilmesine yöneldiği anlarda ortaya çıkan toplumsal kuruluş anlarının belirleyici olduğu bir toplumsallık analizi içinde, Sartre da Spinoza da özgürlüğü verili bir değer olarak değil, sürekli olarak kurulması, toplumsal ve bireysel olarak sürekli yenilenmesi gereken pratik bir yaratım süreci olarak görür. Toplumsallık analizinin temeline tekil varoluşların mutlak olumlanışını koyan filozoflar olarak Spinoza'ya ve Sartre'a baktığımızda, ilk bakışta birbirinden çok farklı gibi görünen bu iki filozofun ortak bir politika tanımında bir araya gelebileceğini görürüz. Bu bağlamda politika mutlak bir güvenlik rejiminin kuruluşunu hedefleyen, yönetme-yönetilme ilişkilerine odaklı pratiklerden ve düzenlemelerden ibaret bir alan değildir. Spinoza ve Sartre üzerinden bir politika tanımı yaptığımızda söylememiz gereken ilk şey, politikanın insan gerçekleğinin işleyişini, insanlar arası ilişkilerin olumlu ve olumsuz fazlarının nasıl oluştuğunu açığa çıkarması gerekir. Zira insan gerçekliği sürekli olarak bir salınım içinde, olumsuz bir toplumsallık hali ile olumsuz bir toplumsallık hali arasındaki sürekli salınım içinde kendini var eder. Politik etkinlik, bu salınımı belirleyen ilişkisel dinamikleri ortaya çıkararak, olumlu fazın uzatılmasını, insanlar arası ilişkileri hem bireysel hem toplumsal özgürlüğü destekleyecek şekilde düzenleyerek insanlar arası yaşamın uyum içinde sürdürülebilmesini hedefler. Her iki filozofta da bu türden bir politika anlayışı dolayısıyla hiç bir toplumsal yapı değiştirilemez ve mutlak bir yapı olarak tanımlanamaz. İnsanlar arası çatışmanın, insan gerçekliğinin asli dokusunu oluşturduğunu kabul ederek politik alanı düşünen Sartre'nın ve Spinoza'nın toplumsal analizlerini ulaşılması gereken toplumsal idealler ya da ütopyalar değil, ortak eylemin dönüştürücü ve özgürleştirici gücü belirler. Politik alan çatışmaların nihai bir çözüme kavuşturulduğu alan değildir; bilakis her tekil varoluşun özgür katılımıyla kurulan toplumlarda çatışma her an topluma içkin bir imkandır. Sartre'da ve Spinoza'da politik kuram, insan gerçekliğinin asli dokusunun çatışma olduğu kabulü üzerine kurulmak zorundadır, çünkü nihai bir barış ve uyum oluşturma iddiası, bu filozofların insanı ele alırken temele koydukları özgünlük ilkesine, yani her bireyin kendi doğası gereğince ve özgürce eyleyebilmesi ilkesine ters düşer. Politika, hep yeniden doğan çatışmalara sürekli ve konjonktürel çözümler üretme alanıdır. Toplumsal özgürlüğün bireysel özgürlüklerin desteklenmesi ve hayata geçirilmesi üzerine kurulduğu bir insan gerçekliğinin imkanı üzerine kurulan bu politika anlayışı Sartre ve Spinoza'yı bir arada düşünmemize izin verir.Spinoza'nın conatus kavramının onun politik kuramında oynadığı rol ile Sartre'ın ontolojik özgürlük anlayışının toplumsal analizlerini belirleyişi arasında kurulan paralellik, her iki filozofta benzer bir gerçekçiliğin politikayı şekillendirdiğini görmemizi ve bu politika anlayışının etiğe eklemlendiği spesifik bir noktayı, politik toplumda özgürlüğün ve barışın istikrarının sağlanması aşamasını farklı bir açıdan ele almamızı sağlar. Özgür bir toplumun spontane bir eylem içinde ortaya çıkış sürecini Spinoza'da ve Sartre'da paralel bir şekilde ele aldığımızda, bu iki filozofta da bu eylemsel kendiliğindenliğin mantığının benzer şekilde açıklandığını farkederiz. Politik toplumun ancak ve ancak bir praksis içinde, ortak ve kökensel bir eylem içinde kaynağını bulduğunu vurugulayan bu filozoflarda, toplumsal özgürleşme deneyimi aynı zamanda bireysel özgürleğün de en yüksek derecede hayata geçirildiği yerdir. Ortak özgürleştici deneyimin tamamlanışını takiben bireylerin kendini içinde bulduğu toplumsal aşamada, bir eylem içinde birleşen bireylerin ortak varoluşunun sürdürülmesi için düzenlemeler yapılması gerekir. Ortak yaşamı sürdürme arzusunun temelinde de, ortak deneyim içinde yakalanan özgürlük ya da yetkinlik seviyesinin sürüdürülmesi isteği vardır. Spinoza'da `özgür çokluk`un, Sartre'da da kaynaşmış kurumsal bir toplum düzenine geçiş sürecinde yine eylemsellik belirleyicidir; ancak bu kez toplumsal eylem bir kendiliğindenlikle değil bir ortak düşünümle kurulur. İlk ortak eylem içinde yakalanan yetkinlik derecesini kaybetmemek, ulaşılan toplumsal ve bireysel özgürlüğü istikrarlı bir şekilde sürdürebilmek için, özgürleşmiş toplumun yine ortak ve aktif bir düşünme ve farkındalık süreci yaşaması gerekir. Kriz ya da aciliyet durumunun ortadan kalktığı, ilk ortak eylemin başarıyla tamamlandığı noktada, bu eylemi gerçekleştiren bireylerin bütünlüğünü devam ettirmesinin koşulu, ortaya çıkan toplumsal varoluşun kendine özgü yapısını farketmek ve bu özgünlüğün uzantısı olan bir kurumsal düzeni birlikte icat edebilmektir. Bu aşamada toplumun içinde bulunduğı eylem, yani ortak, özgür yaşamı uyum içinde sürdürmenin koşullarının oluşturulması eylemi, düşünümsel bir eylemdir. Özgürleşme deneyimini takip eden toplumsal düzenin oluşturulması aşamasını ele alırken Spinoza ve Sartre, etik ve politikanın birbirine eklemlendiği paralel bir stratejiyle analizlerini kurarlar. Her iki filozof, toplumsal ve bireysel özgürlüğün ortak yaşam içinde istikrara kavuşturulması etkinliğini yalnızca bir rejim belirleme ve kurumlar oluşturma aşaması olarak görmez. Ortak yaşamda uyumun oluşturulması için, her bireyin hakiki bir özgürlük deneyiminin asla tek bir bireyin varoluşu üzerinden tanımlanamayacağına, özgürlüğün doğasının ancak bir çoğulluk içinde anlaşılabileceğine dair bir farkındalığa ulaşması gerekir. Bir başka deyişle, istikrarlı ve uyum içinde bir toplumsallığın kurulması aşaması, birlikte yaşamın temeline özgürlük üzerine bir düşünümün koyulması aşamasıdır Spinoza'da ve Sartre'da. Özgürlük, son tahlilde bir tür bireysel keyfiliğin ifadesi değildir; bilakis, özgürlük, her daim birbiriyle ilişki içinde olan bireylerin, kaçınılmaz olarak içinde bulundukları ilişkileri hem bireysel yaşamı hem de toplumsal yaşamı olumlu yönde etkileyecek şekilde düzenleyebildikleri oranda ortaya çıkar, deneyimlenir. Sartre'da insanlar arası ilişkilerin hem bireysel özgürlüğü hem de toplumsal özgürlüğü, yetkinliği destekleyecek şekilde düzenlenmesi, yani özgürlüğün en yüksek aşamasını belirleyen kavram yüce gönüllülük (générosité) kavramıdır.Sartre, yüce gönüllülüğü, özgürlüğün çoğulluk içinde kurulan bir yap ısı olduğuna dair bireysel bilincin yaşamsal pratik içinde bir varoluş stratejisine dönüşmesi olarak görür; hakiki bir bireyler arasılık ve özgürlük bu kavram üzerinden düşünülür Sartre'da. Yüce gönüllülük, Sartre'ın ifadesiyle en yüksek değer olarak tanımlanır Cahiers pour une morale'de; ancak burada yüce gönüllülükle kastedilen şey, verili ya da önceden belirlenmiş mutlak bir değer değil, her bireysel deneyim içinde özgün bir şekilde yeniden kurulan varoluşsal bir değerdir; bir tür pratik yaşam stratejisidir. Sartre'ın bu yaklaşımına paralel olarak Spinoza düşüncesinde de `ruh gücü` (force d'âme) kavramı benzer bir işlev görür. `Ruhun kuvveti` kavramının, biri sosyal diğeri bireysel varoluşu ilgilendiren iki modu vardır: yüce gönüllülük (générosité) ve dayanıklılık (fermeté). Spinoza da bu kavramlarla tekillikler çoğulluğu içinde özgür bir yaşamın düzenlenişini anlatır. Ruh kuvveti Spinoza düşüncesinde, teorik, içsel ve yalnızca düşünsel bir yetkinliği ifade etmez, tam tersine ruh kuvveti, iki moduyla pratik bir yaşam stratejisini, ilişkilerin hem bireyin kendi varoluşu açısından hem de karşısınakinin varoluşu açısından duyguların özgürleştirici bir zincirleniş içinde düzenlenmesini sağlayan pratik yaşam pirensiplerini ifade eder. Spinoza'da bu kavram toplumsal barışın temeline koyulur ve Politik İnceleme ile Etika arasında açık bir metinler arası bağ kurmaya imkan verir. Sartre'da düşünümsel özgürleştirici etkinliklerin temeli olarak ele alınabilecek olan saf düşünüm ve yüce gönüllülük kavramları ile Spinoza'da ruh kuvveti (ve onu oluşturan iki mod) kavramı üzerinden politika ile etik birbirine bağlanır. Bu kavramlar Spinoza ve Sartre düşüncesinin ana metinleri arasında açık bir bağ kurabilmeye imkan vermelerinin yanı sıra, aynı zamanda her iki filozofta etik, politik ve ontolojik düzlemlerin birbirine bağlandığı bütünlüklü birer felsefi sistem görmemize de imkan verirler. With his monumental work entitled Individu et communeauté chez Spinoza [The Individual and the Community in Spinoza] , Alexandre Matheron gave a new orientation to the studies of Spinoza's philosophy. Through his penetrating analyses, Matheron underlines the interconnections between the metaphysical, ethical and political aspects of Spinzonian thought, with a particular accent on Proposition 6 of Ethics III in which Spinoza presents the concept of conatus. This concept plays the leading role in Matheron's account, due to the fact that it is located at the intersection of the interrogations on being, ethics and politics in Spinoza, which together form a well-structured philosophical system. For this reason, Matheron's approach to Spinoza' s thought proves to be a good reference point for a study about the articulation of ethics and politics.In various occasions, Matheron attempts to go beyond an internal lecture of Spinoza's system and to confront it with other theories that can stimulate new researches. In the origin of the present study lies such a passage from Matheron's book, where a highly interesting question incites the reader to reflect on the articulation of ethics and politics through a comparative study of Spinoza's and Jean¬Paul Sartre's practical philosophies. This question emerges in the section where Matheron interprets the theory of the imitation of affects in order to analyze the human relations which are structured by passions . In that analysis Matheron uses Sartre's concept of `positive reciprocity` and `negative reciprocity`, and in a footnote, he explains that he borrows these notions from the French philosopher. Moreover, through his particular usage of the Sartrian vocabulary, he refers to two types of human plurality analyzed in Critique of Dialectical Reason, namely `seriality` and `group-in-fusion` Hence, through a direct reference to the forms of sociability that structure Sartre's political thought, Matheron seems to pave the way for bringing together the Sartrian and Spinozian theories of interindividuality. But at this particular point where Matheron tends to inspire a comparative study on Sartre and Spinoza, he asks the following question in a footnote, which plays a key role in our work: `Isn't there, by the way, an analogy between the Sartrian problematic of the passage from the series to the group and the classical problematic of the passage from the state of nature to the civil state?` Through this question, Matheron seems to reveal a key problem which occupies his mind: Would it be plausible to establish a parallelism between Sartre's and Hobbes' theories on the passage to civil state, by reading the former as a version of contractualism? Remarkably, despite the fact that he refers to Sartrian terms in his analysis of interindividual affective relations in Spinoza, in his footnote where he leaves this question unanswered, he seems to bring Sartre closer, not to the Spinozian theory, but to classical contractualist thought.In the present work, Matheron's question will constitute the point of departure of a reflection on the possibility of establishing a parallelism between the philosophies of Spinoza and Sartre. By proposing a negative answer to it, we will make a categorical distinction between Sartre's and Hobbes' political theories. To the extent that we will distinguish Sartre's political theory from classical contractualism, we will be able to emphasize the points of contact between the Sartrian and Spinozian standpoints, which, in our opinion, share a common anticontractualist basis. Throughout our analyses of the fundamental anticontractualist principles in both philosophers, we will clarify the senses and usages of the notions of `negative reciprocity` and `positive reciprocity` in Sartre. Following that, we will consider Matheron's analyses centered on these Sartrian conceptions and evaluate the way he analyzes the theory of interhuman relations in Spinoza through reference to Sartrian terms. Throughout this comparative study, a detailed analysis of the moment of the organization of political society will be presented, with a view to disclose a particular way of articulating politics and ethics that is common to both of these philosophers who seems radically different at first glance.For many, the confrontation of Spinoza's and Sartre's thoughts should only lead to the recognition of a series of radical divergences between the two philosophers' methods and themes. This recognition may only result in a comparative study where the philosophical and historical sources of the divergences between these philosophers would be illuminated. However, we think that a study concentrating on these two philosophers would get extremely limited benefit from an emphasis of the differences between them, since the concrete points of contact between the two philosophers are extremely rare. In order to escape anachronism, one should acknowledge that Spinoza does not play a central role in Sartre's philosophy, and that he is neither a central reference, nor a serious interlocutor for the French philosopher. In those rare cases where Sartre refers to Spinozian concepts or formulations (such as conatus, idea-ideae or Nature), he makes a rather superficial use of those concepts.However, the rarity of Sartre's references to Spinoza is far from being the major source of the difficulty behind a comparative study which concentrates on these two thinkers. The difficulty arises rather from the differences between the two thinkers' respective conceptions of freedom. It is a well-known fact that Spinoza and Sartre represent two conflicting positions in the history of philosophy: Spinoza's thought revolves around the assumption of an absolute necessity, while Sartrian theory takes the absolute freedom as a starting-point. In a generalizing reading of the history of philosophy, Spinoza's thought is usually reduced to a philosophy of necessity in which freedom can be explained exclusively in terms of a passive awareness of the necessary relations of causation. Sartre's thought, on the other hand, is generally reduced to a philosophy of perpetual conflict dominated by the struggle between individual free wills. However, as the present study will attempt to show, those radical differences can be surpassed when a problematic that is common to both philosophers is brought under scrutiny: the problem of the production and the preservation of the free community. This common agenda offers a good context in which the two thinkers can be interpreted on the basis of their common characteristics and as the proponents of similar strategies to resist the `contractualist` theory of political society. Hence, a philosophical interrogation on the question of the articulation of ethics and politics enables us to evaluate those philosophers as two representatives of a political and ethical approach based on the idea of the perpetual emancipation of the individual in and through the community.The presentation of a detailed answer to Matheron's question constitutes the main goal of the first part of the present study. We first propose a brief analysis of the `classical problematic of the passage from the state of nature to the civil state`, with a view to distinguish it from the Sartrian analysis of the passage from the series to the group. The exposition of the divergences between Sartre's and Hobbes' political philosophies enables us to unveil the anticontractualistic principles that ground the former. Following that, we attempt to prove that the very principles that help us to differentiate between Sartre and Hobbes may serve to justify a parallel reading of the political theories of Sartre and Spinoza. By concentrating on the dynamics that are at play in the constitution of a free community, the similarities between the Sartrian and the Spinozian theories can be emphasized, which are both based on the affirmation of the singular existences integrated in a common experience. Hence, the accent will be put on the idea of the irreducibility of every single individual, as the source of the similarity between both philosophers' conception of the incomparable singularity of every human society.The second part of our thesis is devoted to a study of the social stage following the moment of the emergence of free community. In this part, we study the question of the preservation of freedom and the conditions of possibility for establishing peace and concord in a free community according to Spinoza and Sartre. Having described the stage of the organization of free community and of the establishment of peace among individuals as the reflexive continuation of the constitutive and spontaneous experience, we attempt to answer the following questions: How can we define the principles and rules regulating the peaceful life of a political society that already left behind the state of crisis and urgency, and is unified by that experience? What is the proper domain of practical philosophy in which these rules and principles find their source? In order to give detailed answers to these questions, we concentrate on the similar ways in which Sartre and Spinoza explain the conditions of possibility of the preservation of freedom in organized community and of the constitution of peace. In such a comparative project, which situates itself beyond a simple confrontation of the political and ethical theories of Sartre and Spinoza, the main goal is to establish the legitimate philosophical domain where those theories can be interpreted in parallel terms. In our study, this domain is that of the analysis of the common liberation and, following that, the establishment of the permanence of freedom, interindividual peace and concord in human society. In such a context, Sartre's thought can by no means be reduced to a philosophy of individual and isolated free will. One should rather conceive it as a system of thought taking departure from the idea of the ontological freedom of every individual, which implies, in Sartre, the form of expressing the unique way in which each individual exists. This idea forms the background of Sartre's resistance to the classical contractualism, which is based on the identification and standardization of the individuals in an organized rational political society. Having considered the Sartrian conception of freedom as a principle structuring the whole political philosophy, we found the opportunity to relate it to a central notion of the Spinozian theory, which also embodies some kind of a resistance against the contractualist theory and the standardization of individuals in human society. This notion, which may be associated with the Sartrian understanding of freedom, is conatus, a term situated at the center of all the political, ethical and ontological analyses that one finds in Spinoza.This parallelism between the Sartrian idea of freedom and the Spinozian notion of conatus, which both point towards the absolute affirmation of singularities, enables us to stress on another idea that one can find in both philosophers: Neither for Sartre, nor for Spinoza, the exit from a hypothetical state of negativity preceding the civil state is definitive. In the case of Spinoza, the idea of the constitution of human society is grounded by the suggestion of the equivalence between the power of existing and the right of existing (a point strictly related with the idea of conatus, understood as each individual's power to persevere in being). As a consequence, the passage to civil society can by no means be explained as a transfer of individual rights to a figure of sovereignty. This is the reason why civil society never ceases to contain the plurality of the irreducible manners of existing and, by the same token, the risk of decomposition for these particular powers never ends. Hence, the passage to civil society is nothing more than a modification of the unique singularities taking part in a collective action. A similar approach can be found in Sartre's political theory as well: By emphasizing the specificity of every single individual as a unique manifestation of freedom, Sartre describes the passage from the series to the group in a way that is reminiscent of the passage from the state of nature to the civil state as it is explained in Spinoza's political theory. As a part of the resistance to absolute forms of political society, the common experience of liberation of a plurality of individuals, which is found at the origin of the constitution of a political society, arises as an experience of the invention of the common freedom in and by collective action. Therefore, our negative answer to Matheron's question leads us to propose a specific definition of politics which seems to be valid for both Sartre and Spinoza. Accordingly, politics may firstly be defined as an effort to disclose the structure of the movement of perpetual oscillation of human reality between negative and positive phases of interindividual relations. Secondly, it may be defined as an effort to modify this structure, not in order to surpass the negative phase once and for all, but with a view to prolong the positive phase by the explanation of the condition of possibility of favoring each individual freedom in human multiplicity. Both for Spinoza and for Sartre, interindividual conflictuality is considered as the basic ground of human reality. And this situation of everlasting conflict always contains the possibility of the emergence of new free pluralities that would arise as a part of a common experience of surpassing conflictuality. Following Spinoza and Sartre, one may possibly argue that political theory has to base itself, not on the idea of a utopian possibility to surpass human conflictuality once and for all, but rather on the idea of a prolongation of the positive phase of interhuman relations. In such a perspective, the central goal is to favor the freedom of each member of the community, and the political question has to do with the freedom that is always to be established in and through the plurality of human individuals. That is why neither in Sartre, nor in Spinoza, politics is reduced to a series of practical questions on the different manners of governing or institutionalizing the plurality of human individuals. Politics rather deals with the elucidation of the conditions of possibility of liberation, and hence with the processes of individual and collective perfection. In both philosophers, the idea of freedom necessarily implies the plurality of human individuals, and its emergence depends on the adequate modifications of interhuman relations. In other words, freedom necessarily implies the constitution of a common power to act through the unique combination of individual and irreducible powers of each.Hence, the discovery of the parallelism between the Spinozian and the Sartrian conceptions of collective liberation enabled us to present an analysis of their political philosophies in which a specific mode of articulating ethics and politics is revealed. This analysis, preceded by the clarification of the emergence of free community, deals with the establishment of the highest possible level of perfection of the freedom that was reached in and through an originary common action. In this moment of the liberation, which is both individual and collective, the individuals experience the accomplishment of a spontaneous action. And throughout this passage to the stage of the organization of free community, the desire of stabilizing collective freedom, as well as that of safeguarding all the positive consequences of the act of emancipation, becomes decisive. At the stage of the organization of the free multitude or of the group-in-fusion, the articulation of the politics of collective liberation with the ethics of irreducible singularities becomes fairly discernible in both Spinoza and Sartre. Throughout the establishment of the permanence of the degree of perfection (and hence of freedom) realized in the originary and collective experience, a process of active self-contemplation or an awareness of the self becomes central. As a consequence, for both philosophers, the stage of the constitution of concord and peace in a free community contains some kind of a reflexive activity that transforms the relation that the individual has both with himself and with others. In this particular moment in which concord is established in the plurality of free individuals, Spinoza and Sartre follow similar strategies for articulating politics and ethics: Both philosophers suggest that the preservation of collective and individual freedom does not depend exclusively on the practical organization of a government, but also on the active reflection of each individual who is conscious of the fact that freedom cannot be established outside of the plurality of individuals. In Sartre, this active reflection leads to generosity, which is considered as the veritable concretization of freedom. With the awareness of the plural structure of freedom, generosity becomes the primordial principle of the affirmative relations of interindividuality and constitutes, at the same time, the principle of the highest level of freedom. Parallel to this, in Spinoza, the notion of the strength of character (la force d'âme), by its two inseparable modes, courage (la fermeté) and generosity -or high mindedness (la générosité), grounds the principle or the strategy of living freely in the plurality of singularities. Hence, both in Spinoza and in Sartre, the real affirmation of the self (the principle of the conservation of the self) overlaps with the affirmation of others (the principle of alliance). What is remarkable here is that what makes such an overlap possible is the suggestion, common to both thinkers, that freedom is a continual process of modification in the relations of interdependence that exist in the plurality of singularities.In the Sartrian notion of pure reflection, which is based on the comprehension and the assumption of the ontological structure of the human individual, and in the Spinozian notion of the strength of character, which is based on the adequate knowledge of the functioning of the existence, what is at issue is a liberation that is both cognitive and praxical. In both philosophers, the constitution of peace and the conservation of freedom in and through the community should consist in the continuation of the collective activity aiming to organize interindividual relations in varying social conjunctures. Consequently, the establishment of peace and the preservation of collective freedom do not depend on a definitive organization of the society. The accomplishment of these two goals necessitates rather the prolongation of the positive phases of interhuman relations that are ceaselessly actualized in a movement of oscillation between the negative and positive phases. In other words, Spinoza and Sartre ground their ethical and political theories on the assumption that it is not possible to construct a society that would stay in the positive phase forever. As a consequence, it is not possible to define the freedom of the human individual as a real independence; on the very contrary, freedom can and should emerge only in the relations of interdependence among individuals. For this reason, political theory and ethics function in Sartre and Spinoza as practical enterprises organizing interhuman relations with a view to enhance the individual freedom of each as the condition of possibility of a real collective freedom. In such a framework, the perpetual risk of conflictuality is not a failure that necessarily leads to the decomposition of the free community, but rather the ground of a series of new collective praxis that structure and modify the community throughout a continual renewal of human actuality. In fact, both for Spinoza and Sartre, political action implies the spontaneous modification of interindividual relations in a state of crisis and urgency. And ethical action, in turn, has to be defined through a simultaneous process of getting awareness of the ontological structure of the freedom that is to be attained in spontaneous political activity and throughout a process of continuation of the constitution of the individual and collective freedom in the community. In the last analysis, in both Spinoza and Sartre, politics and ethics are based on a realistic and concrete conception of the human condition that should take into consideration the underlying conflictuality. Such a realistic standpoint shapes the practical thoughts of these two philosophers, which are not based on a hierarchization of ethical and political theories, but rather on the articulation of these spheres in such a way as to lead to the theorization of the perpetual constitution of freedom in human reality.
Collections