La souveraineté et la question de l`animal chez Derrida
- Global styles
- Apa
- Bibtex
- Chicago Fullnote
- Help
Abstract
Derrida'nın son semineri La Bête et le souverain yapısökümcü düşüncenin ilgilendiği iki konuyu bir arada ele alır. Seminerin başlangıç noktası, egemenlik kavramının tarihi ile hayvan hayatı denilenin ele alınış tarihini neyin bağladığı sorusudur. Derrida, hayvanın siyasi egemenliğin boyunduruğu altına girmesinin ardındaki mantığı, ve bu iki figür arasındaki siyasi kuram ve söylemde oldukça sık ortaya çıkan kurulu benzerliği incelemeyi amaçlar. Ancak seminer boyunca esas yönlendirici olan, ve benim odaklanacağım noktalar da bunlar olacaktır, `insana özgü` olana, insan ve onun hayvan diye adlandırdığı arasında varsayılan sınırlara, yasa ve canlı varlık arasındaki ilişkiye, ve `hayatı` yeniden düşünmek üzerinden sorumluluğu yeni bir şekilde düşünme gerekliliğine dair olan sorulardır. Bu soruların irdelenmesi, egemenlik ve hayvan sorularının ayrışmaz bir şekilde birbirleriyle bağlı olduklarını gösterecektir.Hayvan ve egemen arasında kurulan benzerlik Batı'da siyasanın düşünülüş tarihinin tümü boyunca karşımıza çıkar. Seminer ilerledikçe, bu iki figür arasındaki benzerliğin bir özdeşliği değil karar verilemez bir farkı çağırdığını ve egemenliği hem yasanın dışında konumlandırmaya hem de onun varsayılan bölünmezliğini yapısöküme uğratmaya yaradığını görürüz. Bu kurulu benzerlik sorusuyla ilişkili olan bir başka soru insanın `politik hayvan` ya da `politik canlı` (politikon zoon)olarak betimlenmesine dair sorudur, ki bu betimleme kendini çağdaş tartışmalarda yeniden gösterecek bir şekilde yüzyıllar boyunca ayakta kalmıştır. Derrida'nın hayvansallık ve egemenlik sorularının birbirlerine geçişlerine dair bahsettiğimiz ilgisi, Agamben'le tartışmasının temelinde de olan, bu tanımın yeniden incelenmesine dairdir.Hayvan ve egemenin çiftlenmesi aslında birçok başka çiftin de yankısıdır, insan ve hayvan, siyaset ve hayat, Yasa ve yasadışı, kuvvet ve hak, tepki ve yanıt gibi. Ve bu, Batı felsefesinde sorunsallaştırılacak, ve yeni bir düşünce ve yeni bir etik ve politika, dolayısıyla da başka bir özgürlük ve sorumluluk düşüncesi yolunda kendilerini yapısöküme uğratacak her çiftin yapısöküme olan çağrısıdır.Egemenlik iktidarın keyfen ve şiddetle haklılık olarak koyutlanmasıdır; egemenlik sorunu tam da kuvvet ve hak arasındaki ilişkinin sorunudur. Derrida bize egemenliğin her zaman bölünmez olarak ortaya konduğunu ve varsayıldığını söyler. Egemenliği mutlak yapan bu varsayılan bölünmezliktir. Fakat, en azından siyasi egemenlik söylemlerinde, egemenliğin doğal olmadığı da kabul edilmektedir. Eğer egemenlik koyutlanmış ve doğal olmayan birşeyse, bu onun kurmaca bir yapısı olduğunu gösterir. Böylelikle, geleneksel anlamda egemenlik varsayıldığı şekilde bölünmez olamaz; bölünmez, yüce, mutlak bir egemenlik kavramı her zaman için bir kurmaca olmuştur. Dolayısıyla egemenlik yoktur, yalnızca bir fantazm olarak egemenlik etkisi vardır.Derrida için egemenlik `kendilik` dediği daha büyük bir sorunun bir parçasıdır. Burada söz konusu olan yalnızca siyasi egemenlik değil fakat bir mantık xvolarak egemenlik, hayat-yasa topolojisinde belli bir düzenleniş olarak egemenliktir. Siyasi egemenlik, `politik hayvan`ın egemenliği dahi, genel anlamıyla egemenlik tarafından, kendi kendiyle aynı, kendi kendini koyutlayan bir egemenlik tarafından çağrılır. İnsanın egemenliği kendi kendisi olmasının, kendi kendine has bir şekilde kendi olmasının, kendini kendi olarak, bir `ben` olarak koyutlayabilmesinin egemenliğidir. Özgürlük geleneksel olarak, autos'ta temellenmiş bir egemenlik mefhumuna temellenmiştir. Kendilik olmadan özgürlük olamaz, özgürlük olmadan da kendilik – dolayısıyla belli bir egemenlik olmadan ikisi de. Egemenliğe doğrudan karşı olamamamızın nedeni böyle bir hamlenin özgürlük, özbelirlenim, özerklik gibi ilkeleri de tehlikeye sokacak olmasıdır. Dolayısıyla yapısöküm egemenliği sınırlarken özgürlüğü de sınırlayan ve özgürlüğü sınırlarken egemenliği de sınırlayan bir ikili bağ ile karşı karşıyadır.Zor olan şey, egemenliğin saflığını ve bölünmezliğini sorunsallaştırmayı es geçmeden, belli bir tür egemenliği tutmayı gerektiren bir özgürlük kavramını ayırmak ve korumaktır. Genel olarak bu, özgürlüğü, kendi kendini koyutlayan, kendiyle özdeş, kendine saydam, kendine hakim ve sahip egemen bir Ben, Ego ya da özneye başvurmadan düşünmeye dairdir. Başka bir deyişle, özgürlük kavramının egemenlik kavramından ayrılamayacağını söylemek yetersizdir, yapmamız gereken, bir koşulsuzluk figürü olarak özgürlüğü bölünmez egemenlikten, kadiri mutlaklıktan, `yapabilirim` hükmünden ayrıştırmak için düşüncemizi zorlamaktır. Burada özgürlüğü, bir imkansız olarak olaya açıklık, olayın gelişi ve gelen etkileri olarak, edilgen bir karar gibi düşünmemiz gerekir. Bu noktada istisnai olan egemen karar değil, fakat imkansız olarak gelen olayın tekilliğidir. Edilgenlik halindeki bu özgürlük, bu kırılgan kuvvet, `iktidarsız kuvvet,` bu zayıf kuvvet, egemen `yapabilirim`in kuvveti değil, gelene koşulsuz olarak açık olanın özgrlüğüdür.Egemenlik sorusuyla karşı karşıya olduğumuzda, sanki egemenlik yanlısı ya da egemenlik karşıtı olmak arasında bir seçim yapmamız gerek gibidir, fakat Derrida için, soru bir egemenlik ya da egemen olmama sorusu değil, bölünmez denilen ancak her zaman için bölünebilir olan egemenliğin aktarım ve bölünme kiplerinin sorusudur. Bölünmez olduğu varsayılan egemenlik karşısında konumlanırken yapmamaya dikkat etmemiz gereken, bölünmez bir egemenlik karşıtlığı tarafında savunma yapmaktır. Derrida'ya göre egemenlik olumlanmadan ne siyasa ne de siyasanın siyasallığı var olabilir. Derrida'nın egemenliğin yapısökümü üzerinden hedeflediği `zordan daha zor` yeniden-siyasallaştırma, koşulsuzluğu, bölünmez olduğu varsayılan egemenliğin elinden kurtarmaktan geçer, çünkü ancak bu şekilde egemen karar mantığına büsbütün bulaşmamış bir özgürlük fikri ortaya çıkabilir. Zor olan, egemenliğin egemen mantığın yapısökümünü engellemesine, yani bu egemenliğin son sözü söylemesine izin vermeden, bir tür özgür karar, özerklik, ve dolayısıyla belli bir egemenliği tutmaktır.Batı felsefe geleneğinin siyasalı anlayışının temelinde egemenlik, ve hepsinden de öte, öznenin egemenliği olmuştur. İstisnasız olarak, öznelik yalnızca kendine insan diyen canlıya atfedilmiştir. Egemenlik, insanı kendi hükmü altına aldığı canlılardan ayıran, `insana özgü` bir şey olarak ortaya koyulmuştur. Siyasalın xviyeniden düşünülmesi dolayısıyla bu atfın yeniden değerlendirilmesinden geçer. Egemenlik sorusunu hayvansallık sorusuna bağlayan şey egemenliğin bu `insana özgü`lüğüdür. Geleneğin egemen, sorumlu insan öznesinin karşısına koyduğu şey, Yasa ile hiçbir ilişkisi olmadığı varsayılan canlı, yani hayvandır. Derrida'nın irdelediği, Aristo'dan Descartes'a, oradan Heidegger ve Lacan'a uzanan gelenek, insanın ayrıcalığını, dolayısıyla da egemenliğini, Yasa'yı ifade edebilme, soru sorma ve yanıt verebilme yetisine bağlar. Hayvanın yapamadığı varsayılan şey iletişim kurmak değil `yanıt` vermektir. Özgürlük, egemenlik ve sorumluluk soruları bu yanıt sorusunda kesişir. Hayvanın varsayılan hayvansallığı `yanıt`tan ne anlaşıldığı ve `tepki`den nasıl ayrıldığı üzerine kurulur. Hayvan sorusuna ilişkin olarak herşey bu ayrım üzerinde döner. Derrida dilsiz ve yasasız varolan ve yanıt verme yetisi olmayan hayvan-makine kavrayışına dayanan Kartezyen geleneği ikili olarak sorgular. İlk olarak, tepki ile yanıt arasındaki ayrımın tutarlılığını ayrımdaki kavramların saflığını şüpheye düşürerek sorgular. İkinci olarak, yanıtı insanın tepkiyi ise hayvanın tarafına koyan, dolayısıyla yanıtı `insana özgü` kılan dağılımın meşruluğunu sorunsallaştırır. Derrida'nın yapısökümcü hareketi `insana özgü` diye atfedilen şeylerin başka canlılarda da olduğunu söylemekle kalmaz, aynı zamanda bunların saf ve kesin bir şekilde insana da atfedilemeyeceğini gösterir.Tepki ile yanıt arasındaki sınır sorumluluğun sınırı olduğu kadar, özgürlüğün de sınırıdır, ki özgürlük olmadan sorunluluk olamaz. Egemenlikten önce gelen, Yasa'nın egemen öznesinden önce gelen sorumluluk nasıl bir sorumluluktur? Derrida'nın analizi bizi kendiyle ilişkiyi sorgulamaya, `yaşayan varlığın kendiliğiyle başka türlü bir ilişkisi`ni düşünmeye götürür, ki bu da şu ana kadar ortaya çıkarmaya çalıştığımız sorumluluk fikrini başka bir yaşam düşüncesi ile bağlar. Dolayısıyla, egemenlik ve hayvan sorularının neden bu seminerde beraber sorgulandıklarına bir diğer cevap bunun siyaset ile hayat arasındaki ilişkinin sorusu olmasındandır, ancak burada bu sorunun kapsamı ve derdi, geleneğin soruyu sorduğu, insanın sınırlarından (ya da insana özgü olanlardan) çok daha öteye gitmektedir. Başka bir deyişle, amaç başka bir hayat siyasetini ortaya koyabilmektir. Egemenlik ve hayvan soruları bu noktada kesişir, çünkü sorumluluğa dair yeni bir düşünce insana özgü olanların sorunlaştırılmasından geçer.Derrida'nın sorumluluğu bir eşik sorusu olarak teşhis ettiğini söylemiştik, bu eşik, sorumluluğun kökeninde, insan ile hayvan arasındaki bölünmez sınırı işaretlediği varsayılan tepki ile yanıt arasındaki eşiktir. Yapısökümün yaptığı tam manasıyla eşik denilen şeyin varlığını şüpheye düşürmektir. Yasa her zaman için bir sınırdır, hem tanımlar hem de sınırlar. Dolayısıyla yapmamız gereken Yasayı, `insana özgü` bir şey olarak, aynı zamanda da onun ötekilerinden, doğadan ya da doğal hayattan ayrımını sorunsallaştırarak eşiği sorunsallaştırmak olacaktır. Hayvan ve egemenlik sorularının arasındaki karmaşık bağlantı, dolayısıyla da insanın siyasallığı etrafında dönen seminer, aynı zamanda Yasa ile yaşam, Yasa ile canlı varlık arasındaki ilişkinin yeniden ele alınmasını amacındadır. Derrida seminerin onikinci bölümünde Agamben'in Homo Sacer'deki tezleriyle bu bağlamda tartışır, ki burada da soru Yasa ile yaşam arasındaki ayrım kadar yaşam mefhumunun kendi içindeki bir ayrım, bios ve zoē ayrımı üzerinedir. Derrida insanın politikon zōon olarak xviitanımlanmasını metinsel bağlamı içinde incelemek için Aristo'nun Politika'sına geri döner ve Agamben'i açıkça eleştirisi de bu noktada başlar. Derridanın eleştirisi üç parçalıdır: ilk olarak, zoē/bios ayrımına, ikinci olarak, Agambenin modernite ve biyopolitika yorumuna, üçüncü olarak da, Agamben'nin kavramsal aracı `çıplak hayat`a karşı çıkar. Üç eleştiri de birbiriyle ilintilidir ve Derrida'nın Agamben'infelsefe yapışında saptadığı daha derin bir sorundan kaynaklanırlar. Agamben'in Batı siyasetini niteleyen bios ve zoē arasındaki yarığa karşı önerdiği çözüm `hayatbiçimi` olarak, `kendi zoē'si olan bir bios` şeklinde kavramsallaştırılmıştır; bu hayat kendi biçiminden ayrılamaz. Derrida'nın açık olarak söylemese de gösterdiği şey bir siyasal varlık olarak insanın, siyasallığı içinde, her zaman halihazırda, doğası gereği, kendi zoē'si olan bir bios olarak tanımlanabilecek bir hayata sahip olduğudur. Daha doğrusu, bios/zoē ayrımı, Derrida'nın, insanın canlı bir varlık olarak `siyasal` biçime zaten sahip olduğunu gösterdiğinde artık geçersiz kılınmıştır. Derrida'nın yapmaya çalıştığı şey siyaset ile hayat, iktidar ile yaşam, egemenlik ve biyopolitika arasındakiilişkileri başka türlü düşünmenin imkanını açmak, ve bunu analizi tek bir açıklamaya kısıtlamadan yapmaktır. Siyaset ve canlı varlık arasındaki ilişki, egemenlik ve `çıplak hayat` arasındaki katı ayrım tarafından belirlenmemiş, farklı yaşam ve egemenlik biçimlerinin eklemlenmelerine açık yeni bir alanda düşünülmelidir. Düşünce bu alana ancak bölünmezliği varsayan saf bir egemenlik kavramını, yani egemenlik metafiziğini yapısöküme uğratarak varabilir. Egemenlik sorusundan, sorumluluk sorusuna geldik ve sorumluluğu yeniden düşünmenin hayatı yeniden düşünmeyi gerektirdiğini gördük. Hayat ve iktidar arasındaki ilişki bizi siyasete ve insana özgü olana geri getirdi, ki bunlar da bizi hayvan sorusuna geri yönlendirdi. Egemenlik ve hayvan soruları kaçınılmaz şekilde birbirlerini çağırırlar, çünkü insana özgü olanların sorularının sorulduğu etik ve politika akslarını paylaşırlar. Dolayısıyla son soru, etik ve politikayı yeni bir şekilde, analizin ortaya koyduklarını takip ederek nasıl düşünebiliriz sorusudur. Egemenlik ve hayvan sorularının beraber ele alınmaları gerektiği açıktır, çünkü özgürlük, karar, iktidar ve sorumluluk mefhumları onların kesişim noktalarında biraraya gelir. Fakat bir diğer neden de hayatı yeniden düşünmenin bu kesişim noktasından geçmesidir. Aslında hayvan sorusu daha kapsamlı olan yaşam sorusunun, yaşamda canlı olana dair sorunun bir veçhesidir. Insandan farklı olarak `hayvan hayatı` olarak aldığımı şey esasen ve halihazırda `yaşayan varlıkların heterojen bir çokluğu,` ya da, daha doğrusu, `yaşayan ve ölü varlıklar arasındaki ilişkiler düzenlenmesinin çokluğudur.` Derrida yalnızca `hayvan` ile sınırlı olmayan, canlı olanla ilişkili tüm kavramların sorgulanmasını içeren, ve bu sorgulamayı sonrasında canlı-olmayana genişleten bir yaşam fikrinin çizgisini çekmeye/izlemeye çalışır. Otoimmünite kavramı hayat mefhumunu, hayat ve ötekileri arasındaki bir karşıtlıktan evvel düşünmeyi imkanlı kılar. Autos otoimmündür, fakat dahası, hayat kendini otoimmünize eder, hayatolmayanı kabul eder, bunu da yaşamaya devam etmek, hayatta kalmak için yapar. Başka bir etik ve politika düşüncesi, egemenliğin olmadığı bir koşulsuzluğu, imkansızlık olarak olayı ve hayatta kalma olarak yaşamı düşünmeden geçer. Derrida's last seminar `The Beast and the Sovereign` links two concerns of deconstructive thought. The starting point of the seminar is the question of what intertwines the history of the concept of sovereignty with that of a thinking and treatment of so-called animal life. Derrida aims to explore the `logics` behind the submission of the beast to political sovereignty, as well as the analogy between the two that one so often comes across in political theory and discourse. What guides the seminar through though, between `the beast and the sovereign` - and my focus will be on these threads - are the larger questions of `propers of man,` the supposed limits between man and what he calls the animal, the relation between the law and the living being, and the necessity of thinking responsibility in a new way, through a rethinking of `life.` We will come to see that, between `the beast and the sovereign,` the questions of animality and of sovereignty are inseparably bound.The analogy between the beast and the sovereign traverses the whole history of thinking of the political in the West. Throughout the seminar, we come to see that the relation of resemblance between the two does not call for identity but for an undecidable difference and serves both for positioning sovereignty outside of law and deconstructing its supposed indivisibility. The related question to the one of analogy will be about the figuration of man as `political animal` or `political living being` (politikon zoon), a figuration that has survived throughout centuries of thought to show itself once again in the contemporary discussions. Derrida's former concern about the complexities of the question of animality and sovereignty is also about the reexamination of this definition, so is his later polemics with Agamben.The coupling of the beast and the sovereign is in fact an echo of many other couples, like man and animal, politics and life, Law and outlaw, force and right, reaction and response, life and death. And it is deconstruction's call and a call for deconstruction for all the other couples in Western philosophy that is to be problematized, and that deconstruct themselves on the way to a new thinking, and to another ethics and politics, thus another thinking of freedom and responsibility.Sovereignty is the arbitrary and violent positing of power as right; the very problem of sovereignty is this problem of the relation between force and right. Derrida tells us that sovereignty has always been assumed and posited as indivisible. It is this supposed indivisibility that makes it an absolute. But it is also acknowledged, at least in accounts of political sovereignty, that sovereignty is not natural. If sovereignty is thus posited and not a natural given, this means it has a fictional structure. As such, sovereignty in the traditional sense cannot be the absolute that it was taken to be; instead, the concept of an indivisible, supreme, absolute sovereignty has always been some sort of fiction. So there is no sovereignty, but only the effect of sovereignty as a phantasm.the task will be to problematize the figure of the threshold in problematizing the Law itself, as `proper to man,` and also its separation from its other, physis or `natural life.` The whole seminar, circulating around the complex linkage between the question of animality and the sovereignty, thus the politicity of man, was also taking as its task a reelaboration of the relation between the Law and life, the Law and the living being. It is in this context that Derrida tackles with Agamben's discourse in Homo Sacer in the twelfth session of the seminar, where the question will be of the division of Law and life as well as the internal division in the notion of life itself, bios and zoē. Derrida returns to Aristotle's Politics in order to examine the definition of man as politikon zōon within its textual context and from this point his explicit criticism of Agamben unfolds. Derrida's critique is threefold: one, it takes issue with the zoē/bios distinction; two, Agamben's interpretation of modernity and the biopolitical, and, three, Agamben's conceptual tool of `bare life`. All three criticisms are intertwined and they derive from a more profound problem Derrida identifies in Agamben's philosophizing. Agamben's proposed resolution to the fracture between bios and zoē that characterizes Western politics is conceptualized as `form-of-life,` `a bios that is only its own zoē,` a life that cannot be separated from its form. What Derrida has demonstrated, if not stated explicitly, is that man as a political being, in his politicity, always already, by his nature, has a life which can be described as a bios that is only its own zoē. Perhaps it is better to say that the bios/zoē distinction itself has been rendered inoperative with Derrida's attestation that man as a living being has the form `political` essentially. Derrida aims to make it possible to think about the relation between politics and life, power and living, sovereignty and biopolitics in other ways, not constraining the analysis to a single figure of explanation. The relation between politics and the living remains to be thought on a new terrain which is not marked with the severe distinction between sovereignty and `bare life,` a terrain that is open to the immanent articulations of different forms of life and sovereignty. Thought can access this terrain through deconstructing a pure concept of sovereignty that presupposes indivisibility, namely, the metaphysics of sovereignty.From the question of sovereignty, we have come to that of responsibility and realized that a rethinking of responsibility entailed a rethinking of life. The relation between life and power brought us back to politics and the propers of man, which redirected us to the question of the animal. The questions of sovereignty and animality inevitably call each other, as they share the axes of ethics and politics upon which the questions of the propers of man take place. So the final question is, how are we to think ethics and politics anew, taking as a lead what the analysis had put forward? It is clear that the questions of sovereignty and animality have to be taken together, because the notions of freedom, decision, power and responsibility conjoin at their points of intersection. But it is also because a rethinking of life passes through this intersection point. The question of the animal is in fact an aspect of the more encompassing question of life, the living in life. What we take to be 'animal life' in difference from the so-called human is in fact and already `a heterogeneous multiplicity of the living,` or better, `a multiplicity of organizations of relations between living and dead.` Derrida tries to track/trace the line of a thinking of life that xiiiis not only limited to 'the animal,' but one that incorporates the questioning of all the concepts that are affiliated with the living, and then extending the question to the non-living. The concept of autoimmunity makes it possible to rethink the notion of life before any opposition between life and its others. The autos is autoimmune, but moreover, life autoimmunizes itself, it admits non-life, in order to live on, to survive. Another thought of ethics and politics has to go through the thinking of the unconditional without sovereignty, of the event as im-possibility and life as survival
Collections