Sosyolojik açıdan devlet teorileri
- Global styles
- Apa
- Bibtex
- Chicago Fullnote
- Help
Abstract
Devletin niteliğine nüfuz edip onu, tanıyabilmek için onun kaynağım ve kuruluş tarzını açıklamak gerekir. Devletin doğuşu sosyal bir olgu olup, bu mesele sosyolojik açıdan çeşili yönleriyle incelenmelidir. Bilimsel araştırmalar, tabiatta haya zincirinin son halkası olarak insanı göstermekedir ve insanın sosyal bir varlık olduğunu vugulayıp bu yönüyle onun alemdeki diğer canlılardan ayrılmakta olduğuna dikkat çekmektedir, tşe insanın sosyal varlık olması ve birlike yaşamayı zorunlu görmesi devletin doğuşunu da beraberin de getirmiştir. Devletin kaynağında ki yegane fakör insandır ve devle kurmak insan olmanın bir özelliğidir. Ayrıca diyebiliriz ki, devlet kurmak insanlığa yapılan en büyük hizme olmuşur. Rasyonel varlık olan insanları toplu halde, sosyal düzen içinde, barışı sağlayan bir teşkilat dahilinde yaşamaya sürükleyen ve aralarında sıkı ilgi bulunan faktörler mevcuttur. Bu fakörlerin başında insanın yaradılışı itibariyle sosyal ve siyasi bir varlık olması gelmektedir. Kong-tse, Arisoteles, Aegidius Romanus Danete Alighier, Francisco Suarez, Hugo Groteus'un sosyal ve siyasi varlık olarak karşıladıkları insan, Farabi, îbn-i Sina, îbn-i Rüşd, tbn-i Haldun ve George Buchanan'ın belirtikleri gibi, sosyallik içgüdüsüne sahip bir varlık olup bu sosyalliği yaradılıştan gelmekte ve yavaş yavaş gelişmekedir. Sosyal ve siyasi varlık olan insan için, varlığını koruma ve devam ettirme içgüdüsünün etkisi altında bulunmanın yanında diğer bir fakör de barış içinde yaşamaktır. Kasaca, insanların sosyallik niteliği onların gerek ortak ve gerekse farklı ihtiyaç ve kabiliyetleri, aralarındaki karşılıklı yardım ve işbirliğini zaruri kılmaktadır. Onları, hemcinsleriyle bir arada ve sosyal düzen içinde yaşamaya zorlamaktadır. Onların toplum halinden önceki mücadele halinin doğurduğu kötü sonuçların sakıncalarını idrak edebilmelerini sağlamaktadır. Bütün bunların sonucu olarak, insanların birbirlerine yaklaşmaları toplu halde yaşamaları, güçlerini birleştirmeleri, karşılıklı fedakarlıklarda bulunarak onların da koruma ve sevgiye dayanan kollektif yaşama şeklini gerçekleştirmeleri, kendilerini sosyal düzene tabi kılma gibi bir durum kendini göstermektedir. İnsanlar için zarure halini alan birlikte yaşama, sosyal düzene tabi kılınma, izlediği gelişme seyri içinde, çeşitli sosyal ve siyasi teşekküllerin.meydana gelmesini sağlamıştır. Mesela; başlangıçta, kan ve inanç ortaklığına dayanan aileler teşekkül etmiştir. Bunların gelişme ve birleşmeleriyle kabile, 1aşiret, tribü, köy, kasaba, site, sivites komün, kanton, müstakil şehir devletleri gibi daha geniş teşekküller vücuda gelmiştir. Nihayet bütün bunların hepsi, kendisini teşkil eden fertlerin yanında ve onların üstünde kollektif varlık olup kendisine mahsus şuur ve iradesi bu şuur ve iradeyi açıklayacak organları, bu şuur Ve iradesinin ifadesi diye karşılanması mümkün otoritesi, hukuki varlığı, faaliyet alanı olan devlete varmayla sonuçlanmıştır. Devletin ortaya çıkışının, insanların toprağa yerleşmeleriyle gerçekleşiğini söyleyebiliriz. Gerçi, göçebeliğin devlet olarak olgunlaşmaya ve bütünleşmeye mani olmasa bile bunu büyük ölçüde zorlaştırdığı bilinmektedir. Fakat, bir başka anlayışa göre önemli olan bu nokta değildir. Toprağa yerleşmenin gerçek nedenleri ve ilk defa bunun nerede ve nasıl oraya çıktığı bilinmemektedir. Devletin kaynağı hakkında arihin uzak dönemlerinden beri çeşitli teoriler ileri sürülmüş ve bu teoriler yine çeşitli dönemlerde taraftar bulup savunulmuştur. Bu teorilerin, onları ortaya koyanların düşüncelerinde hakim olan esas prensipleri göz önünde tutarak tasnif edilmesi oldukça güçtür. Bu teorilerde onları birbirinden ayırt etmeğe yarayacak noktalar bulunduğu gibi onları birbirine yaklaştıracak ve bunun sonucu tereddütte sebep olacak noktalarada rastlanır. Devletin kaynağı konusunda ki teorilerin çok grift yapıya sahip olmaları ve yukarı da vurguladığımız güçlüğe rağmen bunların önemlilerini, detayda arz etikleri değişiklikleri fazla dikkate almadan ortaya koydukları esas fikir bakımından şu şekilde gruplandırabiliriz;. Aile teorisi. Kuvve ve Mücadele teorisi. Biyolojik teori. Ekonomik teori. Akıl ve irade teorisi ve sosyal sözleşme teorisi. Pozitivist teori Bunlardan başka devletin kaynağını, dini esaslara, içgüdüye ve metafizik temellere dayandıran teorilerde vardır. Din efsanelerine bakılırsa, toplum ve devletin kaynağı, Adem ile Havva'nın oluşturdukları ilk aileye dayanmaktadır. Devletin kaynağım ailede ve onun genişlemesinde bulan dokrine göre,~ devlet, tek bir ailenin büyümesinden veya aynı kandan gelen birçok ailelerin birleşmesinden meydana gelmiştir. Kaynağını sosyolojik esaslardaolduğu kadar dini görüşlerde de bulan bu teori devletin kaynağını kan-koca arasında başlayan ilk ilişkilerin gelişmesinde aramıştır. Bu görüşü söz konusu olan bu ilişkinin, sosyal ve siyasi toplumların ve bunların son aşaması olan devletin kaynağını teşkil ettiğini kabul etmektedir, tik aile tipi olarak ileri sürülen patriyarkâl aile yavaş yavaş sosyal muhit ve geleneklerdeki değişmelerin etkisiyle genişlemeye başlamıştır. Kaynağını aynı ata'da aynı kaynakta bulan aileler arasında meydana gelen birleşmeler başlangıçta kadrosu dar olan patriyarkâl aileden daha geniş sosyal birlikler meydana gelmiştir. îşte devlet, patriyarkâl aileden onun genişlemesinden, kaynağım aynı aile de bulan sosyal birliklerin birleşmesinden doğmuştur. Aileden devlete gelinceye kadar, sosyal birliklerle ilgili çeşitli aşamalara raslanır ve bu aşamalar bir sıra takip eder. Şöyle ki, patriyarkâl ailenin büyümesi ve genişlemesiyle, aileden daha geniş bir sosyal birlik olan ve geniş yetkilere sahip bir tek şefin otoritesi altında bulunan `Gens` meydana gelmiştir. Daha sonraları kaynakları ay m olan çeşitli gensler bir araya gelerek `Tribu` denilen daha büyük bir sosyal birliğin meydana gelmesini sağlamışlardır. Göçebeliğin ortadan kalkmasıyla, çeşitli yerleşim yerlerinde ki, birbirine yakın tribular bir araya gelerek daha geniş birlikler meydana getirdiler. Böylece, bu aşamaların sonunda, tarihin çeşitli dönemlerinde çeşitli isimler alan, daha geniş sosyal- siyasi birlikler ve bunların en son aşaması olan `Devlet` meydana gelmiş oldu. Devlet, kendisini oluşturan sosyal birliklerin sosyal ve siyasi yapılarına son vermiş ve bunlardan sadece aile kendi varlığım devam ettirmiştir. Diğerleri devletin mevcudiyeti içinde varlığını kaybetmişlerdir. îşte bundan dolayı, varlıklarını devlette koruyan ve devam ettiren aileler devletin kaynağını teşkil etmeke ve devlet meydana geldikten sonra da ailelere dayanan bir teşekkül olarak kalmakadır. Devletin kaynağının açıklanmasında aileyi hareket noktası olarak karşılayan görüş tarzı, uzak dönemlerden beri, filozoflar, düşünürler, sosyologlar ve hukukçular tarafından benimsenmiştir. îlk zamanlarda Kong-tse, Aristoteles M.T. Çiçeron, Orta çağda kısmen Aurelius Augustinus, Marsilius Patavinus, yeni zamanlarda Jean Bodin, Robert Filmer, Jacques-Benigne Bossuet, Sir William Temple, Giambattista Vico, Louis de Bonald, Henry Maine, Woodrow Wilson. Devletin kaynağının açıklanmasında ileri sürülen teorik görüşlerden biri olan kuvvet ve mücadele teorisi genellikle `kuvve teorisi` olarak da bilinmektedir. Kuvvet teorisyenlerine göre devlet, kuvvetlerinin zayıfa üstünlüğünü kabul ettirmesi sonucunda doğmuştur; bu ise doğal bir olaydır. Aynı zamanda kuvvetlinin zayıfı boyunduruğu altına alması genel ve kaplamsal bir 3fenomendir. Bu nokadan harekele devletin bir zapt yağma ve fetih eseri olduğunun kabulü zorunlu olmakadır. Ve insanlık tarihi bu daimi savaşların tarihinden ibarettir. Bu nedenle devletin kuruluşunda yapıcı, kurucu olan sebepler; insan toplulukları arasındaki anlaşmazlıklarda ve bunların sebebiyet verdiği mücadelelerde aramak lazımdır. Özellikle XIX. yüzyılın sonlarına doğru dahada önem kazanmaya başlayan bu teori, devleti, bir gücün ifadesi, bir savaş ve baskı vasıtası olarak karşılamıştır. Devlet, tarihi olaylarında doğruladıkları gibi çeşitli sebeplerin etkisi altında yapılan mücadelelerin, bir kısım insanların diğerleri üzerindeki baskısının sonucu olarak meydana gelmiştir. İnsanlardan bir kısmının diğerlerini, güçlülerin zayıfları baskıları altına olmaları tabiatın değişmeyen kanunudur ve devletin kuruluşu da ancak tabiatın insan iradesiyle değişmesi imkansız bu kanuna dayanılarak açıklanabilir. Devletin doğuşu hakkında realist görüş diye adlandırılan kuvvet ve mücadele teorisinden aynı zamanda önemli bir sonuçta elde edilir. O da, bu teoriye göre, devletin niteliği itibariyle, gerçekde, güçlünün zayıflar üzerindeki baskısını, güçlünün zayıfı sömürmesini, yenenin yenilen üzerindeki otoritesini sağlayan ve bunu devam ettiren bir teşkilat olmasıdır. Bu teşkilat sayesinde güçlüler mevkilerini, yenenler imtiyazlarını korumaya, devam etirmeye muvaffak olurlar. Devletin kaynağını kuvvet ve mücadelede, güçlülerin zayıflar üzerindeki baskısında bulan görüşü benimseyenler tarihin uzak dönemlerinden beri birbirinden farklı izahlar ileri sürmüşlerdir. Bu teoriye birçok düşünürün taraftar olduğu görülmektedir. Bunları şöyle sıralayabiliriz; M.Ö. VI. Yüzyılda Herakleitos (M.Ö. 536-470), M.Ö. V. Yüzyılda Sofistler, M.Ö. IV. Yüzyılda Lucretius (M.Ö. 342-271), M.Ö. II. Yüzyılda Polybios, M.Ö. I. asırda Lucius Annaeus Soneca, XIV. Yüzyılda tbn-i Haldun, XVI. Yüzyılda Jerome Vida ve Jean Bodin, XVII. ve XVIII. Yüzyılda Benigne Bossuet, Giambottista Vico Charles Baronde Montesquieu, Ch. Ludovic Haller, XIX. ve XX. yüzyıllarda Ludwig Gumplowicz, Lester F. Ward, Leon Duguit, Ch. Beudant, Franz Oppenheimer gibi sosyolog ve hukukçular. Ayrıca kuvvet ve mücadele teorisi Marxism veya bilimsel sosyalizm de diyelektikle de yardımlaşarak etkinliğini göstermiştir. Uyuşmazlık ve çatışma hallerinin giderek ihtilale vardıracağını, devletin aslında ve kökeninde egemen sınıfın kuvvetliliğine dayanan bir sömürü aracından ibaret bulunduğunu kabul ve benzeri öneriler bilimsel sosyalizmin ne derece derinden kuvvet ve mücadele kuramlarının etkisi altında kaldığını göstermeye yeter. Yani, bu teoriye, iktisadi doktrinler sahasında da rastlamak mümkündür.Toplumu oluşturan iki sınıftan burjuvalar ile Proleterya sınıfının sürekli mücadele halinde olduğunu belirten Marxsistlere göre, devlet, siyasi bir kuvvet halinde teşkilatlanan sınıftır. Veya teşkilatlı ve merkezlenmiş bir sınıfın sosyal tahakküm vasıtasıdır. Mazlumlar ve istismar edilenler sınıfını bağ altında tutmağa mahsus bir makinadır. Marxsistlere göre devlet kısaca, bir sınıf teşkilatıdır ve esası da iktisadi kuvvettir. Kuvvet ve mücadele teorisi devletin doğuşunu belirtmesi yönünden önem verilmesi gereken bir görüş niteliği taşımaktadır. Ancak, kuvvet, mücadele, savaş, istila ve fetih gibi fatörlerin ekisiyle yalnızca devletin meydana geldiğini söylemek mümkün değildir. Bu hususta rol oynayan diğer sebep ve faktörlerin etkisi de söz konusudur. Ancak birlikte dikkate alındıklarında önem arz ederler. Ayrıca, kuvvet ve mücadele fetih ve istila gibi olaylar, ancak sosyal gruplar arasında birleşmenin meydana gelmesini ve bu birleşmeden de devletin oluşumunu sağlayacak bir rol oynayabilmektedirler. Fakat, bu sosyal grupların ne şekilde meydana geldiklerini, açı ve tatmin edici şekilde, kuvvet ve mücadele teorisinin açıkladığını iddia edemeyiz. Bu teori tarafından, devletin oluşumunda kuvvet ve mücadele, fetih ve istila gibi olayların yanında önemli rol oynayan sosyal, siyasi, hukuki, manevi, ırki, dini, tarihi ve ekonomi gibi hususlara önem verilmemiştir. Ayrıca, bu güç ve baskının etki gösterebilmesi için dayanmak zorunda olduğu diğer bazı psikolojik elemanlanda dikkate alması gerekir. Yalnız başına maddi gücün üstünlük ve baskısıyla devletin doğuşunu açıklamaya devletin kuruluşunu sağlayabileceğini kabul etmeye imkan yoktur. Devletin kaynağını kuvvet ve baskı gibi olaylarda aramak devletin varlığı aleyhinde bazı olumsuz neticeler doğurabilir. Bu onun varlığını tehlikeye sokmak, çöküşünü hazırlamak olacakır. Bu görüş varlığı lüzumlu olan sosyal birlik ve dayanışma duygularını baltalayacaktır. Ayrıca kuvvet ve baskı ile devletin kriteri olan hukuki ve siyasi düzenin varlığından ve sürekliliğinden söz edilemez. Bu nedenle kuvvet ve mücadele teorisine mutlak değer vermek doğru değildir. Tek başına kuvvet hiçbir zaman cemiyet eskil edemez. Kuvve ile tesis edilen yine kuvvetle kolayca yıkılabilir. Devletin kaynağı biyolojik esaslarla açıklayan görüş devleti, yaşayan bir varlığa, canlıya, yada organizmaya benzetmektedir. Nasıl, canlı bir organizma hücrelerin bir araya gelmesinden kurulmuş ise devlette böyle hücrelere benzetilebilecek olan insanların bir araya gelmesinden oluşmuştur. İnsanlar gibi devletlerde doğar büyür, gelişir ve ölürler. Bu bakımdan devlet düzenide, tıpkı insan yaşamı gibi aynı doğa kanunlarına ve biyolojik esaslara bağlı bulunmaktadır, tnsan temel işlevlerini yerine getirmek için organlara sahiptir; aynı şekilde devletin de temel görevlerini yerine getirecek organları bulunmaktadır. 5Fert ve toplum arasında biyolojik uzviyetle sosyal organizma arasında bir farkın bulunduğunu kabul eden düşünürlere göre, yalnız organik benzerlik ve bu şekilde bir farkın bulunduğunu benimseyen düşünürlere göre de, tam bir benzerlik vardır. Her iki organizma da doğal ve biyolojik kanunlara ve her ikiside aynı' organik gelişme kanununa tabidir. Organik varlık olan insanların teşekkül tarzıyla toplumun teşekkül arzı arasında benzerlik ve hatta az önce belirtiğimiz gibi bazı düşünürlere göre tam ayniyat vardır. Biyolojik teoriye göre, bir organizma olan devletin de, insanda olduğu gibi, ona varlık ve hayatiyet sağlayan organları vardır. İnsan nasıl birçok organların biraraya gelmesinden, onların sentezinden meydana gelmişse ve nasıl kendini oluşturan organların biraraya gelmesiyle varlık ve hayatiyet kazanıyorsa, devlet de çeşitli organların sentezinden oluşmuş ve bu çeşitli organlar, devlete varlık ve hayatiyet sağlamıştır. Devletin organik birliğinin esas organını teşkil eden fertler devletin içinde, insanın vücudunu teşkil eden hücre ve organlar gibi hareket ederler faaliyette bulunurlar. Eflatun ve Aristoteles cemiyeti canlı varlığa, bir hayvana benzetmişlerdir. Auguste Comte, hayatla toplum, biyolojiyle sosyoloji, hayat ilmiyle cemiyet ilmi arasında benzerlik kurmuştur. Ama bu fikir Spencer de kuvvetli ifadesini bulmuştur. Spencer, sosyolojiyle biyolojiyi birleştiriyor, bunları ayrı bir realitenin iki türlü ifadesi olarak alıyor. Sosyal hadise ve münasebetleri sistemleşerek bunları hayat kanunlarına irca ediyor ve bu kanunların tamamımda ` Tekamül Kanunu`unda buluyor. Devletle insan arasında organik benzerlik görülmesi, devletin canlı organizma olarak karşılanması, devletin doğal ve biyolojik kanunlara göre kendiliğinden meydana gelen organizma olarak benimsenmesi kaynağını uzak dönemlerin entellektüel faaliyetinde bulan bir görüştür. Bu teori eskiden beri birçok düşünür tarafından, aralarında bazı açıklama farklılıklarına rağmen savunulmuştur. Bunları, şöyle sıralayabiliriz; Platon, Aristoteles, îbn-i Haldun, Farabi, Bluntschli, Herbert Spencer Alfred Espinas, Rene Worms Lucius Annaeus Seneca, Stoisiyenler, Sadii Şirazi, Jean de Salisbury, Marsilius Patavinus, Nicoles de Cuza, Alman romantiklerden Schlegel, Novalis, Schleimacher, Adam Müller vd., Hegel, Auguste Comte, Alfred Fouulle, Charles Darwin, Albert-Schaeffle I. Nowikow. insanların ekonomik faktörlerin etkisi altında hareket ettiklerini onların etkisi altında faaliyette bulunduklarını benimseyen bazı görüşler, bu hususda ki teorik düşüncelerini devletin kuruluşu problemine de yansıtmışlardır. Bu görüşe göre devlet, ekonomik olayların sosyal ve siyasi olaylara hakim olmaları sonucu meydana gelmiştir. Böyle bir hakimiyet devletin doğmasını sağlamıştır. 6Devletin doğuşunun açıklanmasında ekonomik olaylara verilen önem, yalnız bugünün problemi değildir. Bu hususta eskiden beri çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Siyasal düşünce tarihinde veya genellikle insan düşüncesinde, devletin oraya çıkışında, oluşumunda ve özellikle fonksiyonlarının belirlenmesinde ekonomik olgu ve ilişkilerin oynadığı role pekçok kimse uzun yıllardan beri dikkat etmiş ve bu olguyla ilişkilerden de, yararlanarak devletin oluşumunu açıklama yolunu tumuşlardır. Yaşam ve ihtiyaçlar üzerinde durulmuş, devletin kuruluşunda, mülkiyetin önemi özellikle belirtilmiştir. Devlet ve mülkiyet ilişkisinin doğası, birçok düşünür tarafından ilgi çekici ve önemli bir hareket noktası olarak ele alınmıştır. Ve bir kısmı devletin kaynağında mülkiyetin esaslı bir rol oynadığına işaret etmişlerdir. Mesela, Roma'da Lucius Annaeus Seneca (M.S. 4-65), devletin doğuşunun sebebini aynı zamanda mülkiyetin korunmasında bulmuştur. XVIII. Yüzyılda J. Harrington, devletin oluşumunda mülkiyetin esaslı unsur olduğunu söylemiştir. Bazıları daha da ileri giderek, emlak ve arazi sahiplerinin devletin gerçek kurucuları olduklarını ileri sürmüşlerdir. Rousseau, tabiat halinde iken bir toprak parçasının etrafını çevirip burası benimdir diyen kimseye inanacak derecede budalaların mevcudiyetiyle insanlığın en büyük değişmelere uğradığını belirtmiştir. Yine Van Raumer, meydana gelen siyasi değişikliklerin, üretim şartlarında, mübadelelerde, sosyal sınıfların ekonomik durumlarında meydana gelen değişikliklerin zorunlu sonuçları olduklarını savunmuş, üretim şartlarında ki değişikliklerin çeşitli alanlarda olduğu gibi hukuki müesseseler üzerinde de etki yaptığını belirtmiştir. XX. Yüzyılda, mesela, Harold-J. Laski, ekonomik üretim metodlarım gözönünde bulundurmadan, devletin oluşum ve mahiyyetini açıklamanın imkansızlığını ileri sürerek, devletin köklerinin ekonomik olaylarda bulunduğu sonucuna varmış ve bu katagoride yer alan görüşlere mülkiyetten sonra ikinci önemli boyutla beraber katkı da bulunmuştur. işte, bütün bu ve benzeri düşünceler, belirli sınırlar içinde kalmak ve ılımlık kaydı ile devletin oluşumunda ve kaynağında ekonomik olgu ve ilişkilerinde rol oynadığını belirtir görünümündedirler. Daha sonraları devletin kaynağını ve kuruluşunu doğrudan doğruya ekonomik olaylarda ve üretim ilişkilerinde bulan, daha katı ve kesin görüşler vardır ki, bunlar arasında özel bir önemle açıklanması gereken şüphesiz XIX. Yüzyılda K. Marxs ve arkadaşlarıyla beraber ortaya çıkan bilimsel sosyalizmin devletin kaynağı hakkındaki görüşleridir. Ekonomik faaliyetlerin fert olarak insan üzerindeki etkileri ve insanlık tarihinin gelişimindeki rolü, sosyal bilimlerde geçen asırdan bu yana en çok tartışılan konuların başında gelmektedir. însanın ve insanlık tarihininanlaşılmasında, insanı iktisadi uğraş ve iktisadi ilişkileri içinde ele almak gerektiğini, başka bir deyişle, insanı ve toplumları ikisadi faaliyetlerden soyutlayarak düşünmenin anlamanın mümkün olamayacağı gerçeğini, insanlığın ancak XIX. Yüzyılda keşfedebildiği ileri sürülmektedir. Bu keşif, zaman zaman çok ciddi bazı eleşirilere uğramakla beraber özellikle Marxsin elinde sistematik bir hale gelerek cazip ve çarpıcı bir nitelik kazanmıştır. Ancak, çoğu zaman zannedildiği gibi iktisadi faaliyetlerin insan ve toplumlar üzerinde ki etkilerinin, ortaya konması sadece XIX. asra ve Marxs'a has bir buluş değildir. Çok daha önce tbn-i Haldun ( 1332-1406) Platon ve diğer bazı düşünürlerin de bu konuya çeşitli biçim ve ağırlıklarda işare ettikleri görülmektedir. Devletin doğuşunu ekonomik olay olarak karşılayan görüşler şüphesiz Platon, îbn-i Haldun ve K. Marxs ile sınırlı değildir ve daha bir çok düşünür de bu konuya iştirak etmişlerdir. Ancak, bu teoriyi en iyi, şekilde ortaya koyan ve teorinin karekteristik özelliklerini görüşlerinde toplayan bu üçüdür diyebiliriz. Bu yaklaşımlara genel olarak baktığımızda görüşler arasında farklılıklar olduğu gibi, paralelliklerinde olduğunu görürüz. Devleti, insan akıl ve iradesinin ürünü olarak karşılayan düşünürlere ve görüşlerine tarihin uzak dönemlerden beri tesadüf edilmektedir. Ancak devletin kaynağını insanın akıl ve iradesinde arayan görüşlerde ayırım yapılıp iki grupa değerlendirme daha doğru olacaktır. Çünkü, bu görüşlerden bazılarının devletin kaynağım alarak sadece ferdin akıl ve muhakemesini kabul ve onunla yetindikleri halde, bazılarının ise, yine aynı görüşlerden hareketle birlikte bu hususta daha ileri giderek devleti bu akılve muhakemenin sonucu olarak, fertler tarafından meydana getirilen karşılıklı arzu ve isteklere, onların iradeleri arasında, meydana gelen bir birleşmeye dayandırdıkları görülür. Bunlardan, devletin kaynağını yalnız insanın akıl ve muhakemesinde arayan görüşün sonucu ve onun daha ileri aşaması olan ikinci açıklama tarzı, sosyal sözleşme terorisi diye anılmaktadır. Devleti, insan aklının eseri olarak karşılayan ve bununla yetinen görüş, çeşitli düşünürler tarafından benimsenmiştir. Sosyal, siyasi ve hukuki düzenin meydana gelmesi ve devletin doğuşu yönünden aklın oynadığı rol muhtelif düşünürler tarafından savunulmuştur. Hatta, bunlar, aklın rolünü yalnız, devletin kaynak meselesine ait görmeyerek, olayı daha geniş bir pencereden görmeye çalışmışlardır. Bu görüş hakkında fikir beyan edenler şunlardır: Herakleitos (M.Ö. 536-470), M.Ö. V. Yüzyılın sonlarına doğru Sofistler, M.T. Çiçeron (M.Ö. 106-43) Marcus Aurelius Antoninus Aurelius Augustinus (354-430), Thomas Aquino (1225-1274), Marlius Patavius (1270- 1340). 8Sosyal sözleşme teroisi ise kaynağını uzak dönemlerin entellektüel faaliyetlerinde bulur. Eskiden beri, aralarında çeşitli, ayrılıklara, her birinin bu görüşü faklı esaslara ve amaçlara dayanarak açıklamasına ve hatta devletin kaynağı dışındaki hususlarda farklı sonuçlara varılmasına rağmen, birçok filozof ve hukukçu*- tarafından benimsenmiştir. Bunlar, Epiküros (M.Ö. 342- 271) Marsilius Patavinus ( 1270-1342), Francisco Suarez ( 1548-1617), Johannes Althuscus (1557-1638) Hugo Grotius ( 1583-1645), Thomas Hobbes ( 1588-1679), Baruch Spinoza ( 1632-1677), Samuel Pufendorff ( 1632-1694), John Locke ( 1632-1704), Francis Hutcheson ( 1694-1747), David Hume ( 171 1- 1776), Jean-Jacques Rousseau (1712-1778), Paul-Heinrich baron Von Holbach (1723-1789) İmmanuel Kant (1724-1804) Jean Gottlieb Fichte ( 1762-1814). Pozitivist teori devletin kaynağını kollektivitenin hukuken teşkilatlanmasında, kollektivitenin ana teşkilata mazhar kılınmasında bulur. Devlet, doğal bir olay olmaktan uzaktır ve onu hukuki yönden gerçek teşkilatlanmada aramak gerekir. Esasları özellikle Alman hukukçularından George Jellinek'in görüşlerinde aranması gereken bu teori Fransız R. Carr6 de Malberg, Georges Burdeau, Avusturyalı Hans Kelsen tarafından savunulmuş ve bunlardan sonuncusunun görüşlerine muhtelif ülkelere mensup bazı hukukçularda katılmıştır. Bu teori devletin yalnız, hukuki yönünü göz önünde tutmuş, yalnız bu yön, üzerinde durmuş, ve bunun sonucu olarak devletin, özellikle hukuki varlık kazanmasını dikkate almıştır. Devlete, hukuki varlık sağlayacak olan ana teşkilattan önceki hususları ihmal etmiştir, (doğal, objektif ve sübjektif faktörler tarihi sosyal, siyasi, ekonomik, ahlaki, psikolojik sebepler). Bu yüzden pozitivist teori, devletin doğuşu hakkında ancak eksik bir açıklama yapmış olmaktadır. Devletin kaynağını dini esaslarda bulan görüş, devleti ilahi bir müessese olarak görür. Devlet Allah tarafından yaratılmıştır ve Allah yönetme yetkisini de belirli kişi ve gruplara vermiştir. Bu konuda özellikle, J.G. Frazer E. Wastermarck ve Perry gibi düşünürler, devletin kaynağı hakkında ileri sürülen böyle bir izah tarzını mümün olduğu kadar aydınlatmaya çalışmışlardır. Dinsel kaynaklı devlet görüşünün, tutarlı bir yanı kalmamıştır ve zamanımızda anlama ihtiyacımızı malesef artık tatmin edememektedir.Devletin kaynağını kendiliğinden oluşumda bir başka ifadeyle, içgüdüde bulan görüşün ilk ve önemli temsilcisi olan Aristoya göre, devlet olgusu insan içgüdülerinin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü, insan sosyal yada siyasal bir hayvandır. Aristo, insanlarda topluluk halinde ve devlet düzeni içinde yaşamak suretinde bir içgüdünün mevcudiyetini ileri sürmektedir, işte bu içgüdü nedeniyle insan, toplum ve devlet hayatına doğru itilmekte veya kendiliğinden bu yaşamın içine girmiş olmaktadır. içgüdüsel görüşün, devletin kaynağını açıklamak bakımından, oldukça önemli gerçeği ifade etiğini özellikle belirtmeliyiz. Ancak bu isabetli yanına rağmen, içgüdülerin hangi şartlar altında ve nasıl devletleşme olgusunu yarattığım açıklamakta pek başarılı görünmüyor. Kaldı ki devletin oluşumunda sadece içgüdüsel etmenlerin mevcudiyetini kabul etmekte, meseleyi oldukça yalınlaştırmak anlamına gelebilir. Devletin kaynağının açıklanması konusunda metafizik temel ve düşüncelerden yararlanan pekçok görüş mevcutur. Fakat, bu görüşlerden en önemlisinin Hegel tarafından ileri sürüldüğünü ve Jhering tarafından da geliştirildiğini söyleyebiliriz. Teoriye göre, devlet ideal ve ebedi bir varlık, üstün değerler sistemidir. Devletin iradesi karşısında birey iradelerinin değeri ve önemi yoktur. Devlet, kendi üstün iradesini bizzat kendisi sınırlamaktadır. Hukuk bile devletin bir eseridir. Devletin ayırıcı özelliklerinden biri de onun bir soyutlamadan ibaret bulunmasıdır. Devletin siyasal ve sosyal gerçekliğe yansıyan yanları dikkate alınmadığında onun bir soyutlamadan ibaret olduğu görülür. Bu soyut varlığın gerçekten ebedi ve ideal olup olmadığı, en üstün değeri temsil edip etmediği ayrı konulardır. Hegel bu soyut varlığı, değer yargılarıyla birlike sunduğu için yanılgıya ve asırlığa düşmüş ve sapmış olmaktadır.
Collections