dc.description.abstract | ÖZET: James Baldwin'in Dramatik Eserlerinde `Kimlik Arayışı` Temasına Yaklaşımı Yeni umutların arandığı Amerika kıtası birçok insana kucak açarken, 17. yüzyıldan itibaren Afrikalılara da yeni bir ortam hazırlamış, ancak köle ticaretine kurban oldukları acı gerçeği göz önünde bulundurulursa, beyazların yeni dünyada Amerikan rüyası karşısındaki hayal kırıklığı, onlarda yerini yasa bırakmıştır. Önceleri sıradan işçiler olarak çalıştıkları Amerika kıtası, ırkçılığın dayanılmaz ağırlığını üzerlerine yıkınca, tarlalarda her tür haktan yoksun sömürü altında yaşamaya devam etmişlerdir. Avrupa'dan ve dünyanın birçok yerinden gelen ya da kaçan, bu yeni kıtada refah, mutluluk arayışı içinde olan beyazlar `Amerikan Rüyası`nı gerçekleştîrememenin verdiği eziklikle düştükleri kimlik krizine yenilmemek için harcadıkları çabayı belki de başkalarına, başka ırktan olan insanlara yıkmak istemişlerdi. Önce aslen Amerika'nın gerçek yerlisi olan Kızılderilileri topraklarından sürerek, sonra içinde çoğunlukla Afrikalıların bulunduğu farklı ırklardan, farklı renklerde insanları köleliğe mahkum etmeleri bunun bir açıklaması olabilir belki de. İşte Amerika kıtasında hem tüm değerlerini dünyanın çeşitli yerlerinde bırakıp gelmiş aradıklarını bulamamış beyazlarca, hem topraklarından sürülmüş, doğal ortamları bozulmuş yerli Amerikalılarca yaşanan bu kimlik kaybının en büyük kurbanı Afrikalılar olmuştur. Çünkü zorla topraklarından koparılıp sadece çalıştırılmak üzere Amerika'ya getirilmişlerdir. Afrika'daki kabilelerinde doğayla içice oluşturdukları kendine özgü gelenek ve göreneklerini orada bırakıp toprak sahibinin değerlerine uymak bu insanların `ilkel` ve `cahil` olarak tanınmasına yol açmıştır. Oysa, zaten başka bir yerde unutulmaya başlamış bir çok tecrübe, bilgi,115 sanat, doğa ilmi onlarda dış baskılar yüzünden tamamen ortadan kalkmaya yüz tutmuş, Afrikalı olma özellikleri, Amerikalı olmaya geçişte anlaşılması güç bir mücadeleye düşürmüştür onları. Kölelikle başlayan ırkçılık hareketleri 20. yüzyılın başlarına değin değişik kılıflar içinde tüm hızıyla devam ettiğinden, Afrikalı Amerikalı'nm kimliğine doğrudan etki etmiştir. Afrikalı Amerikalı'nm yaşadığı her yaşam tecrübesinde, ırkçılık, `kırbaçlama`, `kısırlaştırma`, `asılma`, `işkence`, `cinsel sömürü` ve `polis zulmü` gibi insanlık dışı saldırılara maruz kalmanın yanında, insan sayılmak için toplumda insanlara verilen hakları kullanmaktan yoksun bırakılmak ya da kendi geleneklerini sürdürmekten men edilmek gibi pasif zulümlerle gösterdi kendini. Bu sebeple, ırkçılığın kölelikle başladığını ve günümüzde `zenci` gibi altında küçümseyici anlamlar taşıdığı düşünülen adlarla çağırılan bu insanların hâlâ işsizlik, fakirlik, hastalık, toplum dışına itilme gibi davranışlara maruz kalmasını göz önünde bulundurursak, `Afrikalı Amerikalı kimdir?` sorusuna cevap ararken `ırkçılık` olgusu başlı basma ele alınmalıdır. 20. yüzyılın başlarına dek maruz kaldıkları haksızlığa kimi zaman kavgayla kimi zaman `açlık`, `oturma` gibi eylemlerle karşı koymaya çalışan Afrikalı Amerikalılar, kendilerine sunulan ikilemler içinde yaşama `sorununun` üstesinden gelememişlerdir. Afrika insanın bambaşka bir kültürde yaşamaya çabalamasını, W. E. B. DuBois The Souls of the Black Folk (1903) adlı kitabında `çifte bilinç` (`double consciousness`) olarak tanımlamıştır. DuBois tarihte ilk defa hem Afrikalı hem de Amerikalı olmanın yarattığı ikilemi satırlara dökmekle, belki de yepyeni bir döneme imzasını atıyordu. Yani, siyah insanın `kimliğini` aramaya ilk kez sesli olarak başlaması sürecine. 20. yüzyılın gelmesiyle Martin Luther King, Malcolm X gibi liderlerin öncülüğünde artık kayda değer bir şeyler elde etmeye başlamış ve bu tarihten itibaren, edebiyat da işin içine girince belli bir geçmişi olan, şu anda Amerika'nın116 Amerika olmasında payları bulunan ve geleceğe umutla bakan gerçek Afrikalı Amerikalı tiplemesiyle karşılaşılmıştır. Harlem Rönesansı adıyla anılan bu 19201er dönemini hazırlayan en önemli olay, Güney'den Kuzey'e ya da köyden kente göçtür. Tarlalarda köle olarak çalışırken birden bire kendilerini New York'un her tür yaşam şeklini barındırdığı mahallelerinde bulunca zaten düşmüş oldukları kimlik krizi katlanmış, bu defa şehirli olmaya çalışırken düştükleri durum bazılarında kabile reisi değil de, toprak sahibi görmeye alışmaktan çok daha ağır sorumlulukları beraberinde getirmiştir. Harlera Rönesansı yetenekli sanatçıların en verimli olduğu bir aydınlanma dönemi olarak ortaya çıkmıştır. Edebiyat faaliyetleri, yeni dergilerin, gazete ve magazinlerin çıkması, oyun, şiir, roman ve denemelerin yazılmasıyla şimdiye dek eylem ve kavgaların vermediği sonucu beyaz sanatsever yoluyla elde etmeye başlamıştır. Eserlerde öncelikle Güney yaşamı, sonra Afrika kültürüne özlem ve onun arayışı, ardından beyaza sitem görülmektedir. Bireysel kimliğini bulma çabası, önce toplumsal kimliğe erişmekte aranmış, Afrika'dan `tam-tam` seslerinden başka bir şey duyacağına inanmayan beyaz insana, Afrika kültürünün, sanatının varlığını hissettirme çabası başlamıştır. New York kulüplerinde beyaz yapımcıların dikkatini çekmeye başlayan Afrikalı Amerikalı `caz`, `blues` sanatçıları, müzikallerde tüm yeteneklerini gözler önüne seren dansçı ve şarkıcılar, şiir ve makalelerle dergi ve gazetelerde okuyucuyu kendine bağlayan edebiyatçılar sanatın doruğa eriştiği Harlem'de Rönesansı tekrar yaşatmaya, varlıklarını kişiliklerinden ödün vermeden, insan insana yaklaşarak kanıtlamaya kararlı görünmekteydiler. Harlem Rönesansıyla başlayan, Afrikalı Amerikalı'nın kimlik arayışı, ilk defa geçmişinden utanmadan, onu kabullenip özlem duyarak ve yaşatmaya çalışarak, düştüğü ikilemleri çözümleme girişimlerini aynı yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan Afrosentrik akım daha da hızlandırdı. Adından da anlaşılacağı gibi, Amerika'da Afrikalı Amerikalı'nın yarattığı her şeyde Afrika değerlerini, izlerini,117 tarzını arayan bu yaklaşım, Hailem Rönesansıyla başlayan bu dönemin aynı yüzyıldaki son basamağı sayılabilir. Molefi Kete Âsante tarafından 19S0'li yıllarda başlatılan bu akım, Afrikalı Amerikalı'nın gerçek kimliğini kanıtlaması açısından oldukça Önemlidir. Bu yaklaşım edebiyat alanında üretilen eserlere dönük yeni bir eleştirinin de doğmasına katkıda bulunmuştur. Uzun yıllar Avrupa merkezli eleştiri metodlarıyla değerlendirilen Afrikalı Amerikalı'ya ait eserler, artık kendi bilimsel yaklaşımlarıyla değerlendirileceklerdi. James Baldwin, yukarıda bahsedilen iki önemli hareketin ortasında, 1960'h yıllarda, önce kendi kimliğini aramak zorunda kalmış bir Afrikalı Amerikalı, daha sonra kendi insanına çıkış yolları gösteren bir yazar olarak çıkıyor karşımıza. DuBois'in büimsel açıdan yaklaştığı kimlik arayışı problemini kendi yaşamlarında ve eserlerindeki kahramanlarında çözmüş iki yazar Ralph Ellison ve James Baldwin. Ellison, Güney'den şehrin ortasına `görünmez` olarak gelip, acı-tatlı tecrübelerin kendini görünür hâle getirdiği romanı Invisible Man'de siyah insan için umut olduğunu açıkça düe getirmektedir. Her yönüyle saygı duyduğu bu yazar gibi Baldwin de Afrikalı Amerikalı için hiç de umutsuz değil. O da önce - Amerika'dan bir süre uzaklaşarak da olsa - kendinde çözümlediği kimliği, kendi insanıyla paylaşıyor tüm eserlerinde. Söz konusu tezde ele alman iki oyununda, yaşamın farklı dönemlerinde yaşadığı ikilemleri, Afrikalı Amerikalı'nın Amerika' daki iki farklı tecrübesi açısından ele almıştır. The Amen Corner (1955), küisede geçirdiği üç yılda gözlemlediği dini atmosferde, siyah insanın geleneklerine, geçmişine bağlı yaşadığı ortamda gelişir. Blues For Mister Charlie (1964) ise, insan hakları hareketleri sırasında Baldwin'i çok etkileyen siyah katîiammı ele alır. İki oyununda da yaşamdan kaçan insanlar vardır: Baldwin'in karşı olduğu insanlar, hayatının bir döneminde kendinin de benzediği insanlar. Önce kendinde başlayan günah duygusunu, The Amen Comer'daki Sister Margaret gibi kiliseye sığınarak, sonra başarısızlıklarından kaçmak için Blues For Mister Charlie'deki Riehard'ın Kuzey'e118 gitmesi gibi, Paris'e kaçmayı seçmesini, Baldwin'in gerçekçi ve otobiyografik tarzına tipik örnekler olarak verebiliriz. Ancak bu kaçışlar, her üçü için de birer bekleyiş, kendini dinleyiş dönemleri olmuş; sonunda sığındıkları yerden insanlığa faydalı olmak, sevgilerini paylaşmak için çıkmaları gerektiğini görmüşlerdir. Sevin Okyay, Cumhuriyet gazetesindeki yazısında şöyle diyor: `James Baldwin, ister Paris'te çalışıyor olsun, ister İstanbul'da; beyaz Amerika'da kara derili bir adam olarak yaşama deneyimi üzerine düşürdü her şeyin gölgesini` (7 Nisan 1990). | |