dc.description.abstract | ÖZET Bir ülkenin azgelişmişliği büyük ölçüde iktisadi bir sorundur ve kişi başına düşen GSMH rakamlarıyla ölçüye vurulmaktadır. Azgelişmişliğin kriterleri ise daha çok gelişmiş ülkelerin durumuna göre belirlenmektedir. Bu açıdan gelişmiş ülkeler için ortalama olarak kabul edilen kişi başına GSMH rakamlarının altında gelire sahip olan ülkeler, az gelişmiş ülkeler olarak kabul edilmektedir. Yine gelişmiş ülkelerle mukayese edildiğinde az gelişmiş ülkelerin bir takım sosyal göstergeler açısından da yetersiz olduğu görülmektedir. Azgelişmişlik olgusu bir durumdan çok, bir süreç olarak ele alınabilir. Günümüzdeki anlamıyla azgelişmişlik, Merkantilist dönemden beri sürüp gelen uzunca bir sürecin ürünüdür. Söz konusu dönemden günümüze değişen üretim tarzı ve ticaret ilişkileri, bir sömürü metabolizması şeklinde gelişmiştir. Bu gelişim yayıldıkça, henüz değişen üretim tarzı ve ticaret ilişkilerine yabancı olan ülkelerin sosyo-ekonomik yapıları etki altına girmiştir. Bu etkileşim, gelişmiş ülkelerin az gelişmiş ülkeler üzerinde iktisadi, teknik ve sosyo-kültürel sahalarda yoğunlaşan bir egemenlik tarzına dönüşmüştür. Gelişmiş ülkelerin iktisadi, teknik ve sosyo-kültürel sahalardaki egemenliği yoksul ülkelerdeki içsel tutarlılığı, azgelişmişliğin yapısal çarpıklığına dönüştürmüştür. Bu nedenle, az gelişmiş ülkeler açsından kalkınma, ülkenin tüm toplumsal ve iktisadi yapısının dönüşümü ve sanayileşmesi gibi çok boyutluluk arzeden bir durum haline gelmiştir. Çoğunlukla, ekonomik kalkınma sanayileşme ile aynı şey olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle az gelişmiş ülkelerde sanayileşme, iktisat politikalarının başta gelen amacıdır. Yeni sanayileşmeye başlayan ülkelerde kalkınma çabaları, daha çok, hazır durumdaki iç piyasaları yabancı mallardan devralacak endüstrilerin kurulması şeklinde kendini göstermiştir. Az gelişmiş ülkelerin ilk kalkınma hamleleri genellikle ithalat-ikâmesine dayanır. Ancak çoğu az gelişmiş ülkeler alternatif politikalara, yani ihracata dönük sanayileşme stratejilerine yönelmiştir. Bu ikikalkınma stratejisi de az gelişmiş ülkelerin büyük bir kısmını daha çok dışa bağımlı hale getirmiştir. Az gelişmiş ülkelerin, yeterli bir kalkınma hızım gerçeklştirebilmeleri için, milli gelirin önemli bir payını yatırımlara ayırmaları gerekir. Yatırımların kaynağını ise tasarruflar oluşturmaktadır. İşte bu noktada az gelişmiş ülkeler, iç tasarruf hacmini kalkınmayı finanse edebilecek düzeye çıkarmak ve uzun vadede dış ticaret hadlerini kendi lehlerine çevirmek için dış kaynaklara ihtiyaç duymaktadır. Bu sebeple dış kaynaklar (dış borçlanma) toplam yurt içi tasarruflara bir katkı niteliğindedir. II. Dünya Savaşı'ndan bu yana başta ABD olmak üzere, gerek piyasa ekonomisine dayalı Batılı sanayileşmiş ülkeler, gerekse sosyalist ülkeler az gelişmiş ülkelere ekonomik ve askeri yardımlar yapmıştır. Gelişmiş ülkeler ekonomik, politik ve insancıl sebeplerle az gelişmiş ülkelere yardımda bulunmuştur. Az gelişmiş ülkelere yukarda sayılan sebeplerle yöneltilen dış yardımlar, yardım veren ülkelerin ekomomik ve siyasi çıkarlarına dolaysız biçimde hizmet edecek şekilde kullanılabilmektedir. Dış yardım olarak az gelişmiş ülkelere transfer edilen sermaye II. Dünya Savaşı'na kadar çok sınırlı ölçüde kalmıştır. Birleşmiş Milletler Kararlarından esinlenerek yapılan ilk büyük yardım 1948 yılında `Marshall Yardımı` adı altında ABD tarafından başlatılmıştır. Nitekim dış yardımların İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra başlaması ile ABD'nin dış politikası arasında büyük bir paralellik gözlenmiştir. 1950-1960 yılları arasında iki yanlı ve resmi yardımlar uluslararası sermaye transferi içinde önemli bir paya sahipken, 1960'lı yıllardan itibaren, çok yanlı yardımlar ve özel sermaye transferleri artış göstermiştir. Bu gelişmelerle birlikte dış yardım yerine dış borçlanma terimi daha sık kullanılmaya başlanmıştır. Çünkü az gelişmiş ülkelere yapılan sermaye transflerleri gittikçe ticari bir görünüm kazanırken, verilen borcun öngörülen koşullar nedeniyle yardım niteliği azalmıştır.1970'li yıllarda dünya gündemine dahil olan 1980'li yılların başından itibaren ise dünya gündeminden hiç eksik olmayan dış borç sorunu, bu yıllarda, uluslararası ekonomideki belirsizliğin ve dengesizliğin en önemli kaynağını oluşturmuştur. 1970'li yıllarda yaşanan iki petrol şoku, petrol fiyatlarının aşırı ölçüde artmasına ve petrol ihracatçısı ülkelerin ellerinde büyük miktarda tasarruf fazlasının oluşmasına neden olmuştur. Özellikle OPEC ülkeleri ellerindeki bu fazlaları batılı finans çevrelerine yatırmıştır. Batılı ülkelerde ortaya çıkan enflasyonist etki neticesinde nominal faiz oranlarının reel olarak sıfıra inmesi borçlanmayı özendirici ve arttırıcı olmuştur. Bu durum, zaten ödeme bilançolarında önemli açıkları olan az gelişmiş ülkeleri yoğun bir şekilde borçlanmaya sevketmiştir. Nihayet 1982 yılında ağır borç yükü altında bulunan ülkelerden Meksika'nın, dış borçlarını ödemeyemeceğini ilan etmesiyle dünya borç krizi başlamıştır. İktisadi gelişme arzusunda bulunan az gelişmiş ülkeler, ihtiyaç duydukları dış kaynakları çeşitli şekillerde elde edebilmektedir. Bu dış finansman kaynakları, devletten devlete yardımlar, çok taraflı fon transferleri, uluslararası banka kredileri ve doğrudan yabancı sermaye yatırımlarıdır. Uluslararası sermaye akımlarının önemli bir bölümünü resmi krediler oluşturur. Resmi krediler genellikle ülkelerin kalkınmalarıyla ilgili olduğu için bunlara kalkınma kredileri veya dış borçlar da denir. Bu kredilerin bir süre sonra ana para ve faizleriyle birlikte geri ödenmesi gerekir. Bu kredi türlerinden, proje kredileri ve bağlı krediler daha çok kredi veren ülkenin ekonomik çıkarlarına hizmet edecek tarzdadır. Bağışlar, Teknik yardımlar, askeri yardım ve gıda maddeleri türündeki yardımların dış borç niteliği diğerlerine nazaran çok daha hafiftir. Ayrıca hükümetler, dış yardımları çoğunlukla dış politikalarının bir aracı olarak kullandıklarından; az gelişmiş ülkelere yöneltilen dış borç ve dış yardım türleri de bu politikalar çerçevesinde değişebilmektedir. Dış borçlar; borcun ödenmesi, borç sildirme (borç affı) ve borcun reddi ile ortadan kalkabilmektedir. Yine dış borçların moratoryum ilan edilerek, ödenme süresinin ve şeklinin değiştirilmesi neticesi, eski borca nazaran ortadan kalktığı IXsöylenebilir. Nihayet, borçlanan ülkelerin dış borçlanmadan beklentileri, borçlanılan tutar ile yapılan yatırımların getirişinin, en azından borçlanmanın maliyetine eşit olmasıdır. Bir başka deyişle dış borçlanma ile yapılan yatırımın, en azından dış borca ilişkin yıllık ödeme yükü kadar kaynak yaratması gerekir. Ancak bu durum, yatırım seçiminde ve borçlanma maliyetinde gerekli hassasiyet gösterilmiş ise mümkün olabilmektedir. Kalkınma çabasında olan bir ülke olarak Türkiye'de dış kaynaklardan yararlanmaktadır. Türkiye, ekonomik kalkınma programlarının yürütülmesi ve projelerin gerçekleştirilmesi, cari işlemler açığının kapatılması, dış borç ödemelerinin düzenli şekilde yürütülmesi ve yeni kaynak sağlamak amacıyla dış borçlanmaya gitmektedir. Türkiye'nin 1980 sonrasında izlemeye başladığı dışa açık politikalar çerçevesinde ihracat ve ithalatında önemli artışlar olmuştur. Bu arada artan ihracat gelirleriyle dış borç ana para ve faizlerini düzenli bir biçimde ödemiş ve dış kredi itibarında eskiye nazaran önemli bir artış gözlenmiştir. Artan kredi itibarı neticesinde hem çok yanlı uluslararası kuruluşlardan, hem de özel sermaye piyasalarından yeni krediler sağlanmıştır. 1980 sonrasında gerek ödemeler dengesi ve altyapı yatırımlarının finansmanı amacıyla yeni kredi kullanılmasının, gerekse ABD dolarının diğer paralar karşısında değer kaybetmesinin etkisiyle dış borçlar artış göstermiştir. Nitekim, Türkiye'nin toplam dış borç stoku 1980 yılında 15.709 milyon dolar iken 1993 yılında 67.356 milyon dolar olmuştur. 1980 yılında toplam dış borç stoku içinde orta-uzun vadeli borçlar, %84'lük bir paya sahipken 1993 yılında %72'lik bir paya düşmüştür. Kısa vadeli borçlar ise 1980 yılında toplam dış borçların %16'lık bir kısmını oluştururken 1993 yılında %28'lik bir paya yükselmiştir. Türkiye'nin kısa vadeli borçlarındaki bu yükseliş, borçlanmanın maliyetini yükseltmesi açısından dikkat çekicidir. Dış borç stokunun borçlulara göre dağılımına bakıldığında, orta ve uzun vadeli borçların büyük bölümünün konsolide bütçe ve diğer kamu kesimi kurumları kapsamında olduğu görülür. Ayrıca yıllar itibarıyla özel sektörün almış olduğu orta- uzun vadeli borçların faiz oranları, kamu kesiminin almış olduğu borçların faiz xoranlarından daha yüksek olmuştur. Yine özel sektörün aldığı orta-uzun vadeli borçların vade yapısı da, kamu kesiminin aldığı borçların vade yapısından daha kısadır. Özel sektörün kamu kesimine göre daha yüksek maliyette borçlandığı görülmektedir. Dış borç stokunun alacaklılara göre dağılımı 1980-1993 yılları arasında incelendiğinde; ikili anlaşmalar yoluyla sağlanan kredilerde artış gözlenirken, uluslararası kuruluşlardan sağlanan kredilerde zaman zaman azalma görülmektedir. Çok taraflı kuruluşlar, ikili anlaşmalar ve uluslararası para piyasalarından sağlanan kredilerde görülen ortak özellik, vade yapısının gittikçe kısalırken faiz oranlarının ise yükselmesidir. Ayrıca Türkiye'nin geleneksel dış finansman kaynaklarından yeni finansman kaynaklarına yöneldiği görülmektedir. Bu yönelişin ilk belirtileri, Türkiye'nin yurt dışındaki kredibilitesinin de artmasıyla ticari banka kredilerindeki artış şeklinde kendini gösterir. Bu tür kredilerin büyük bölümünü proje kredileri oluşturmakla birlikte program kredileri de yer almaktadır. Türkiye'nin dış borçlarına ilişkin temel göstergeler incelendiğinde; ülkenin uzun dönemde kredi değerliliğini gösteren Toplam Dış Borç/GSMH rasyosunun 1980'den 1988'e kadar sürekli arttığı görülmüştür. Söz konusu dönemde dış borçlar GSMH'dan daha hızlı büyümüştür. 1988-1989 yıllarında çapraz kur trendinin tersine dönmesi borç artış hızını GSMH artış hızının altına düşürmüştür. Kur farklarındaki değişmeler, diğer dış borç rasyolarını da etkilemektedir. Türkiye'nin dış borçlarına ilişkin olarak, dış borç servisinin; GSMH, toplam döviz gelirleri ve ihracat gelirlerine oranlanmasıyla elde edilen ve dış borç ödeme kapasitesini veren rasyolar, olumlu bir gelişmeyi ortaya koymaktadır. Ayrıca 1980 yılından itibaren uluslararası rezervlerde görülen artışlar, Türkiye'nin olumlu bir gelişme içinde bulunduğunu göstermektedir. Bu gelişmeler dış borçların geri ödenme kapasitesini de yükseltmiştir. Türkiye'nin dış borç yükü, ABD dolarının uluslararası piyasalardaki değer değişimine göre etkilenmektedir. Buna göre ABD dolarının değerindeki düşüş, kur farklarının yarattığı etki ile borç yükünü arttırmaktadır. Doların diğer yabancı paralarkarşısındaki değerinin yükselmesi ise çapraz kur trendinin tersine dönmesi neticesinde borç yükünde kur farklarının yarattığı azalmalar şeklinde etkisini göstermektedir. Uluslararası ekonomik ve siyasi sahada meydana gelen değişmeler, Türkiye'nin dış borçlarını ciddi bir biçimde etkileyebilmektedir. Nitekim 1970'li yıllarda yaşanan iki petrol şoku ödemeler bilançosu açıklarını arttırarak dış borçların artışına neden olmuştur. Yine 1990 yılında başlayan Körfez Krizi, dış borç rasyolarını ve dış borç stokunu olumsuz yönde etkilemiştir. Türkiye dış borç servisi yükümlülüklerini zamanında ve tam olarak yerine getirirken, diğer yandan uluslararası rezervlerini de önemli ölçüde arttırmıştır. Nitekim çeşitli ülkelerle mukayese edildiğinde dış borç servis rasyoları bu ülkelere göre daha olumlu bir gelişmeyi göstermektedir. Ancak bazı temel dış borç göstergelerinin de ağır borç yükü olan Arjantin, Brezilya gibi ülkelerle muvazi ölçülerde seyretmesi olumsuz bir gelişmedir. Nihayet dış borç sorununa getirilen çözüm önerilerinin önemli bir kısmı politik süreç içine alınamayarak sadece akademik düzeyde kalmıştır. Çözüm önerilerinden hayata geçirilen Baker Planı ve Dış Borç Hisse Senedi değişimi ise borç sorununu çözmekte yetersiz kalmıştır. Önerilen politikaların çoğu, borçların geri ödenmesini sağlamak için dile getirilmiştir. Bu arada kredi veren ülkeler, ağır borç yükü altında olan az gelişmiş ülkeleri ayrı ayrı ele alarak, bir borçlular kartelinin ortaya çıkmasına engel olmuşlardır. | |