The de(con)struction of the man-made language and ideology through female sexuality and textuality in the novels of Virginia Woolf and Erendiz atasü
- Global styles
- Apa
- Bibtex
- Chicago Fullnote
- Help
Abstract
Genel olarak, insanlar arasında iletişim kurmayı ve/ya düşüncelerini aktarmayı sağlayan ortak işaretler sistemi olarak tanımlanan dil, aslında, kadınların yaşam alanlarını sınırlamada ve onların itaatkâr bir hayat sürmelerini sağlamada her zaman etkin ve baskın bir rol oynamıştır. Bu sınırları çizilmiş hayat içerisinde tüm medeniyetler ataerkil olmuş, tarih hep erkekler tarafından belirlenmiş, edebiyat ise fallus merkezli erkek egemen dille yazılmıştır. Kadınlar, kendilerini erkeğin değersiz 'ötekisi' olarak tanımlayan bu kısır döngüden kurtarabilmek için, erkek egemen söylemin ve dilinin tüm sabit ve hiyerarşik yapılarını yıkmanın ve yeniden yapılandırmanın yollarını bulma arayışı içine girmiştir.Virginia Woolf ve Erendiz Atasü bu arayışın öncülerindendir ve onlara göre mevcut olan tek yol, kadınların beden/akıl, kadın/erkek, ben/öteki olarak belirlenmiş ataerkil sınırlandırmaların ötesine geçmeleridir. Bu da ancak 'kapsayan ve bütünleştiren dişil dil' ile oluşturulacak olan 'dişil yazın' ile mümkündür. Kadınların/kadın yazarların, ataerkil söylemleri kalıplaştıran ve normalleştiren erkek-egemen dil ile ilgili kaygıları göz önünde bulundurularak, bu çalışmada öncelikle, fallus merkezli ideolojilerin kadınları olumsuzlayan ve ötekileştiren yapısı ortaya konulmakta, ardından bu ideolojilerin kurmuş olduğu düzeni tersine çevirebilmenin bir yolu olarak kadın yazını değerlendirilmektedir. Bu amaçla, post-yapısalcı feminizm kuramları temel alınarak, farklı dönemlerin yanı sıra felsefi, dini ve kültürel yapıları da birbirinden çok farklı toplumlarda yaşamış olan Woolf ve Atasü'nün dişil metinleri incelenmekte, tüm bu farklılıklara ve engellere rağmen ortak bir dişil dilin varlığı sorusu üzerine odaklanılmaktadır. İki yazarın karşılaştırmalı analizi, dişil dilin fallus tarafından yönetilen erkek egemen dil ve söylemini yıkabileceğini ortaya koymaktadır. Yazarlara göre bu yıkım ancak akışkan, çok yönlü, farklı ve hiyerarşiden uzak kadın bedeninin zevklerini yazarak gerçekleşecektir. Kadın bedenini ve deneyimlerini mevcut söylem ve ideolojilerin kontrol ve otoritesinden özgür kılmayı başaran bu yeni şiirsel dil, 'beden ve akıl' arasındaki mesafeyi yok eder ve değişmez kabul edilen cinsel farklılıkların ötesine geçerek 'bütünlüğü' yakalar. Tüm zıtlıkları kapsayan ve bütünleştiren bu yeni oluşumla, Virginia Woolf ve Erendiz Atasü, farklılıklar ve kültürel çeşitlilik gerçeğine dayalı yeni bir dünya yaratılabileceğinin olasılığını göstermektedir. Dişil dil ve söylem ile yaratılmış bu dünyada biyolojik ve toplumsal cinsiyetler ayırt edilmeksizin herkes eşit olacaktır. Sonuç olarak, 'dişil dilin' ataerkil ideolojiler ve söylemler çerçevesinde oluşturulmuş toplumsal cinsiyet ilişkilerini ve rollerini yeniden yapılandırarak, yalnızca kadınlar için değil, tüm insanlar için eşitlikçi ve hak temelli ortamlar sunacağı kanıtlanmıştır. Language, which is simply defined as the system of words or signs shared by a group of people to communicate and express thoughts, has always played an active and dominant role in creating a subjugated and subservient life for women. In this limited life, civilization is patriarchal, history is HIStory, literature is phallocentric and language is man-made. In order to break the chain of vicious circle, forcing them being the inferior 'others' of men, women seek the ways of de(con)structing all the fixed and the hierarchical structures of male discourse and its man-made language. Among those women are Virginia Woolf and Erendiz Atasü, who assert that women can transcend all patriarchal boundaries between body/mind, female/male and self/other through the 'all-encompassing female language', which enables a non-phallocentric 'feminine writing' practice. Depending on the similar concerns of women/women writers about the man-made language that constructs the rigid patriarchal norms, this study, first, puts forward how phallocentric ideology both affects women and how it is challenged by women's writing. Then, basing its argument on the theories of post-structuralist feminism, it analyzes the feminine texts written by Woolf and Atasü, who live in quite different periods and societies that have various philosophic, religious and cultural practices, in order to find out if the 'female language' shares common features despite all these boundaries. The comparative analysis of the two writers reveals that the female language challenges the speech governed by the phallus and brings down phallocentric discourse by writing the pleasures of female body, which are fluid, multiple, diverse and nonhierarchical. Thus, by liberating female body and experiences from the control and authority of the man-made language and ideologies, this new poetic language de(con)structs the distance between 'body and mind' and achieves 'wholeness' by moving beyond the fixed confines of sexual differences. With this all-encompassing unity, Virginia Woolf and Erendiz Atasü validate the possibility of creating a new world built on a true diversity and culture, where all sexes and genders will be equal. As a result, 'the female language' is proved to be offering an egalitarian basis for all humans, not just for women, by de(con)structing the patriarchally constructed gender roles.
Collections